İpek Ertürk'ün intiharı

Aralık 2006 tarihli bir gazete kesiği, o zamandır yanı başımda duruyor. "Gözyaşları İpek'e" diye başlık atılmış. Hayli güzel bir genç kadının fotoğrafı eşliğindeki haber...

Aralık 2006 tarihli bir gazete kesiği, o zamandır yanı başımda duruyor. "Gözyaşları İpek'e" diye başlık atılmış. Hayli güzel bir genç kadının fotoğrafı eşliğindeki haber şöyle giriyor: "Yavaş yavaş delirdim. Kimse fark etmedi, yazılı intihar notu bıraktıktan sonra Boğaziçi Köprüsü'nden atlayarak yaşamına son veren avukat İpek Ertürk (24) İzmir'de toprağa verildi."

Tanımadığım bu genç kadının muhtemel hikâyesi, bütün çekimleriyle birlikte, ülkemde yaşananların özeti gibi geldi bana. Bıraktığı pusula, acı verici ve bir o kadar dik bir beyanname gibiydi adeta. İntiharı soylu kılan, dahası içten içe bir hayranlık uyandırmasına yol açan yan, tek bir kişinin o "koskoca" diye tanımlanan hayata, yalnız kendisi kalana kadar soyunarak meydan okuyuşudur biraz da. Nedir, burada intihar edimi bir sonuç.

Albert Camus, Sisyphos Söyleni kitabında (Le Mythe de Sisyphe; Adam Yayınları, Çeviren Tahsin Yücel), "Gerçekten önemli olan tek bir felsefe sorunu vardır; intihar. Yaşamın yaşanmaya değip değmediğinde bir yargıya varmak, felsefenin temel sorusuna yanıt vermektir," diyordu. İpek Ertürk bir yargıya varmıştı belli ki.

Ardında bıraktığı pusulada yazan iki kısa cümle ise, çok geniş bir alanı imleyerek kuşatıyordu. Tıpkı Werner Herzog'un, Camdan Kalp filmindeki kasaba halkının toplu delirme halini anıştıracak biçimde, önümüze mutlaka çözülmesi gereken derin bir problem bırakıyordu. Basitten karmaşığa doğru derinleşen bir problem.

Ellerinde çiftelerle dizkapaklarına kadar denize girmiş üç adam yılan balığı avlamaya niyetlenmişti, çok sene önce, bir Ege köyünde. Suyun basıncıyla keyiflenen fişeklerinden çıkan saçmalarla delik deşik olmuş bacaklarını, ne yalan söylemeli, az bir şey keyifle seyretmiş, sonra hastaneye uğurlamıştık onları. Bu, sıradan bir ahmaklıktı.

Türkiye'nin en yüksek akıl noktalarından biri, terörizmin plastik bombasından fışkıran parçacıklarla yok edildiğinde, yaşananları ahmaklığın mazur görülecek sınırları içinde algılamamıza imkân kalmamıştı oysa. Bizi Onat Kutlar'sız ve tatsız bir hayata mahkûm eden toplu delirme zamanlarında akıllı kalmakta direnmek, meşakkatli olduğu kadar, Sisphos yazgısıyla örtüşen bir anlamsızlık girdabıydı aynı zamanda.

Başlıca geçim kaynağı hayvancılık olan Hakkâri'de, 8o'lerin ilk yıllarında on milyon küçükbaş hayvan, yirmi beş-otuz binlik sürülerde, besili merkepler ve yalnızlıktan bunalma şansı olmayan köpekler eşliğinde salınır-dı meralarda, otlaklarda. Şimdilerde, yoksulluğun en dibine endekslenmiş bu büyülü şehrin küçükbaş hayvan sayısı on binlerle ifade ediliyor ise, iki kahrolsun bir yaşasın ile geçen her gün, ahmaklığı değil, kötülüğü çoğaltır, geometrik olarak.

Onat Kutlar, Ferit Edgü'nün romanından Erden Kıral'ın filmi için bir senaryo üretmişti. Hakkâri'de Bir Mevsim'in çekimleri öncesinde, mekân bakmaya gittikleri sıra çekilmiş fotoğraflarda yemyeşil yüceliğiyle poz veren Sümbül Dağı'na âşık olmuştum. On yıl sonra, Hakkâri'ye gittiğimde bulduğum ise, bütün ağaçları yakılmış kederli kahverengi Sümbül Dağı idi.

Bir problemle karşılaştığınız bütün zamanlarda ezberde tutulması gereken ana esas, denklemi oluşturan bileşenlerden herhangi birini yok sayarak problemi çözme imkânınızın olamayacağıdır. Albert Camus'nün Doğrular (Les justes, Çeviren Ferit Edgü) oyunundaki Kaliayev ile Stepan arasındaki temel çatışma da, iki oyun kişisinin probleme yaklaştıkları boyutun tümü kuşatamamasından kaynaklanır. Zaten Camus'nün oyununu değerli kılan, ele aldığı probleme, yaklaşım metodla-rı nedeniyle problemi çözemeyecek olanların tamamı üzerinden yaklaşmasıdır.

19 Ocak günü, onsuz yaşamaya mahkûm edildiğimiz Hrant kardeşimin eşi Rakel, bir vicdan beyannamesi olduğu kadar rast geldiğim en dokunaklı aşk ve veda mektubu da saydığım konuşmasında "Bir bebekten bir katil yaratan karanlığı sorgulamadan hiçbir şey yapılamaz kardeşlerim," demişti. Bertolt Brecht, sürgününün ilk yılında, Danimarka'da Galileo Galilei oyununu yazarken, masasının üzerine tahtadan bir eşek heykelciği koymuş ve boynuna bir yazı asmıştı: "Ben onu da anlamalıyım."

Tek boyutlu akıl yürütmelerin gemi azıya aldığı bir günün içinden geçiyoruz. Problemin bileşenlerini oluşturan aktörler, diğer bileşenlere bakmaya tenezzül dahi etmiyor ve kendi taraftarlarıyla "Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesinde tarih yazma telaşına kapılmış. Geriye, Abdülhâk Hâmid'in Eşber oyununun son repliğinden fazlası kalmayacak oysa: "Zafer veya hiç!"

Anlaşılan, İpek Ertürk zihnimi meşgul etmeyi sürdürecek. "Yavaş yavaş delirdim. Kimse fark etmedi," yazılı pusulayı ardında bırakıp Boğaz sularına açılan o güzel genç kadını anlamadan, hiçbir problemi çözemeyiz.

Günün Manşetleri için tıklayın
Çok Okunanlar
Hoş geldin kadınım Abdülhamitçiler, Osmanlıcılar, İslamcılar; nerdesiniz? 2007'den bizde kalanlar Bilimler ve Teknolojide "Yakınsama" Fizy’nin bir bedeli var