Kimlik sınır tanımaz, acının sınır tanımadığı gibi

Yıl 2015, tam da savaşın ortasındayız. Savaşın gölgesinde yaşam mücadelesi veren Antakya’ya geliş nedenimiz savaşı yazmak değil, Gezi direnişinde bugünü görerek mücadele eden ve bu mücadele uğruna hayatını kaybedenlerin hikayelerine dokunmaktı: Abdullah Cömert, Ahmet Atakan, Ali İsmail Korkmaz...

GÜLŞEN İŞERİ - gulseniseri@birgun.net

Sınırlar hayatımızın hapsi gibi adeta… Sınır kentlerini gezerken sınırın öte yanı da bende derin bir acı bırakır… Nusaybin’den gördüğümüz Suriye’yi bu kez Antakya’dan görüyoruz… Yayladağı sınır kapısı ve Gümrüğü Türkiye’nin Suriye’ye açılan kapıları. Bu kapıdan o kadar çok insan girdi ki...

Henüz kimsenin haberi yokken Antakya savaş çığırtkanlıklarının sesini çok yakından duyuyordu. 25-26 Ağustos 2012 tarihinde “Barışa Çığlık” etkinliğine ev sahipliği yaparak bu sese kulak vermemizi istemişlerdi...

Savaşın gölgesinde ‘güvercin tedirginliği’nde öylece duruyordu Antakya… IŞİD’in Ezidilere yaptıklarını, azınlıklara karşı yürüttükleri acımasız ölüm politikalarının çok yakınında olan bu kent, başka bir acıyla daha tanışmıştı! 11 Mayıs 2013’te Reyhanlı’da yaşanan patlama barışa çığlığı baltaladı, snır kapısında yaşanan iki ayrı patlamada 53 kişi yaşamını yitirmişti. Antakya, savaşın gölgesinde yaşamayı iyi biliyordu, Nusaybin, Ceylanpınar ve daha niceleri gibi...

Acının sınırı yoktu ki! Tüm bunlara tanıklık etmek için yola çıkmıştım Nusaybin’den Antakya’ya… Kürt bir ananın acısıyla Türk bir ananın acısı aynı diyerek. Devlet tarafından evi yıkılan bir ailenin acısıyla, sınırda her gün silah sesi duyan ve kentinde bombalarla evi yıkılan ailenin acısı aynı dememiz gibi… Kürt, Süryani, Alevi, Sunni, Ermeni, Gürcü, Ezidi, Çingene, siyahi… Kimlik sınır tanımaz, acının sınır tanımadığı gibi!

Yıl 2015, tam da savaşın ortasındayız. İstatistik yazmayacağım buraya... Savaşın gölgesinde yaşam mücadelesi veren Antakya’ya geliş nedenimiz savaşı yazmak değil, Gezi direnişinde bugünü görerek mücadele eden ve bu mücadele uğruna hayatını kaybedenlerin hikayelerine dokunmaktı...

Abdullah Cömert, Ahmet Atakan, Ali İsmail Korkmaz... Sınır kentinde barış isteyenlerdi...

Belki çok kaybettik, çok ölümler gördük; ama acıya hiçbir zaman alışmadık! Ölüm fikri, birini kaybetmek; kalana koca bir boşluk bırakıyor kuşkusuz… Bu boşluğu ise en çok analar yaşıyor!

Mezara götürdükleri evlatlarının o topraktan çıkacağı günü bekliyorlar hep…. Hep bir pencere önünde bir gün geleceği umudunu taşıyorlar.

Ah bu devlet, anaları bir kemiğe muhtaç eden devlet... Bu ülkede en çok analar yanıyor… Şimdi acının tam ortasındayız; Antakya’da! İçimde ölen çocuklar annelerine şarkı söylüyor:

AH BENİM GÜZEL OĞLUM!

İlk durağımız Abdullah Cömert’in ailesi. Onlar Gezi direnişinin sembolü oldu. Abdocan (Abdullah Cömert) Gezi eylemleri sırasında başına gaz kampsülünün çarpması sonucu 3 Haziranda yaşama veda etti. 6 kardeşin en küçüğü olan Abdocan . Narenciye paketleme tesisinde işçi olarak çalışıyordu. Hayalleri ve umutları vardı. Olmadı!
Kapı’da karşılıyorlar bizi, abisi Zafer Cömert, Anne Hatice Cömert, baba Ali Edip Cömert…

Evin her yeri Abdullah’ın, Ahmet’in, Ali İsmail’in fotoğraflarıyla dolu… Önce yoksulluk dokunuyor bize, sonra acı.
Zafer elinde Abdocan’ın fotoğrafıyla anlatıyor kardeşini: Hani derler ya dünyadan önce iyiler gider, galiba doğru! Gezi’de ölen bu çocukların hepsi o kadar iyi ki!

Abdocan’da korkunç bir merhamet vardı, mesela postacı gelirdi kapıya, su ister misin, açmışsın diye sorardı.Garipti!

Evin bir köşesinde vurulmadan bir gün önceki tişörtü asılı: “Her Yer Taksim, Her Yer Direniş…”

Anne Hatice Cömert Arapça ağıta başlıyor; ardından da Cumhurbaşkanı’na sesleniyor: Ben emir verdim, kahraman polislerim diyor ya, asıl sorumlu O’dur! Düşman dediği Abdullah mı, Ali İsmail mi, Ahmet mi? Zafer ağıtın arasında bir iki cümle ediyor; “Ailenin neşe kaynağı gitti, o gittikten sonra bu ev boşaldı, anlamsızlaştı…”

Babanın da gözleri yaşlı: “Ağlıyorum ağlıyorum Abdullah gelmiyor. Mezarda oturuyorum sesleniyorum, gelmiyor.
Abdullah işten gelmiştir diye kapıya koşuyorum, gelmiyor! Bu kapıdan aslan gibi çıktı bir daha gelmedi!”

Hatice Ana ağıta başlıyor yeniden; “Ah benim güzel oğlum; patronun sana mont almıştı, giymek kısmet olmadı. Kış geldi giyemedin, yağmur yağdı giyemedin ama ben seni bekliyorum yine de, ah benim güzel oğlum…”

SÖZÜN BİTTİĞİ YERDEYİM

Antakya’nın bir başka genciydi, Abdullah Cömert’le yan yana eylemlere katılmıştı. Ahmet de 9 Eylül 2013’de yine başına isabet eden gaz kapsülüyle bulunduğu binadan düşerek hayatını kaybetmişti. ODTÜ arazisinden geçecek yolda ağaç sökülmesin diye eylemdeydi Ahmet...

Hiç kolay olmayan bu yolculuğun en zor noktasındaydım: Acının sınırı!

Abdullah’ın ailesiyle yola koyuluyoruz, iki sokak ötede duruyoruz..

Ahmet Atakan’ın evinin önünde bulunan küçük parkta Gezi direnişinde hayatın kaybedenlerin fotoğrafları asılı.

Bir süre sessizce bekledikten sonra Ahmet Atakan’ın kardeşi Zafer Atakan’la eve geçiyoruz.

Ev bir hayli kalabalık; Kardeşi Zafer Atakan, Anne Emsal Atakan, baba Ali Atakan, kardeşleri… Abdullah Cömert’in ailesi.

Bu ziyaretler aileler için o kadar rutin hale gelmiş ki, bir yandan toplumsal bir acıyı sırtlanıyorlar, bir yandan da kapı arkalarında kendi acılarını! Hangisi zordu bilinmez; hangisi bu ailelerin acısını en aza indirir!

Gözlerim evde bulunanların yüzlerinde; Anne Emsal Atakan ayağa kalkıyor, “Bir kahve yapayım” diyor… Baba Ali Atakan sessizce bir köşede oturuyor.

Kardeşi Zafer ise aileyi toparlayan olmuş adeta. Espiri yapıyor, küçük küçük gülümsüyoruz.

Ardından Emsal Ana kahveleri getiriyor. Kahveler eşliğinde konuşmaya devam ediyoruz. Baba Ali Atakan söze giriyor; “Ben 30 yıldır yurt dışındaydım, çocukları büyüttüm, iyi ama ölsün diye mi büyüttüm ben…”

Emsal Ananın gözü yaşlı; “Bana ne diyordu biliyor musun;. Anne , ‘Biz delikanlıyız , direneceğiz, bu düzene karşı çıkacağız.’ Ben bir anneyim, bütün annelerin yüreği yandı. Suriyeli anneler, Ethem’in annesi, Ali İsmail’in annesi, Abdullah’ın annesi,Medeni’nin annesi, Ferit’in annesi, Mehmet’in annesi… Zalimlerin zulmünü yaşadı. Bütün annelerin ve öldürülen evlatlarının suçu barış istemekti. Bu o kadar zorumuza gidiyor ki, o kadar büyük bir acı içerisindeyiz ki, inanın ben artık sözün bittiği yerdeyim.”

Ahmet Atakan’ın odasına geçiyoruz. Abi Zafer Atakan sessiz.... Yılmaz Güney’in dolabına astığı afişi ise her şeyi anlatıyordu. Zaferle yüzlerce fotoğrafa bakıyoruz. Güçlü görünmeye çalışan Zafer’in gözleri doluyor bu kez; ağlamamak için diretiyor…

Zafer son sözü söylüyor: Hayatımız eskisi gibi olmayacak, koca bir boşlukla yaşayacağız, onun sevdiği şarkılar, sevdiği sanatçılar, sevdiği oyuncular… Ahmet’i her köşe başında arayacağız!

ONU ÇOK ÖZLEDİM

Antakya’daki yolculuğumuzun sonuna ve zoruna gelmiştik. 19 yaşında dövülerek öldürülmüştü Ali İsmail. Evet, devletin ‘güçleri’ tarafından Eskişehir’de öldüresiye dövülerek! 2013 yılında bu ülkede henüz 19 yaşında bir üniversite öğrencisi dövülerek öldürüldü.

38 gün komada kalan Ali İsmail 10 Temmuz 2013’de yaşama veda etti.

Gökyüzünde yıldızlar ve yarım ay… Ağaçlarla dolu, küçük bir bahçesi var evin… İki katlı evin ikinci katına çıkıp zili çalıyoruz. Ali İsmail’in babası Şahap Korkmaz açıyor kapıyı… Gülümsüyor, Gürkan söz etmişti, sizi bekliyorduk diyor…

İçeri giriyoruz … Babanın yüzündeki keder o kadar belli ki… Sanki gözlerindeki yaş ömür boyu kurumayacak gibi; yanaklarına süzülüp süzülüp duruyor.

Hiçbir soru sormadan sessizce bekliyorum, duvar saatinin tik-tak sesleri sessizliğe izin vermese de… Şahap Amca ise Ali İsmail’i anlatmaya başlıyor:

Bu evde doğdu, burada büyüdü ve okumak için Eskişehir’e gitti. Ama sana şunu söyleyeyim kızım, o bizim hocamızdı, öğretmenimizdi… Başka bir algısı vardı Ali İsmail’imin.

İki ablası iki de abisi olan Ali İsmail ailenin en küçüğüydü.

Mutfaktan dönen Emel Ana gözleri yaşlı geliyor yanıma, ona bunu yapanlar cezasını çekecek değil mi diyor? Sonra da ekliyor: Onu çok özledim!

Eskişehir’e gitti. Ama toplumdan hiç kopmadı. Köy okullarına, yoksul ailelere destek verdi. Hayata buradan bakıyordu...”

Emel Ana Ali İsmail’in dolabını açıyor, “bak” diyor “bu en sevdiği gömlekti, ama o kadar az giydi ki…”

Dövüldüğünde ayağındaki ayakkabı yatağının başucunda duruyordu, üzerindeki tişört vs…

Bu ülkede artık herkes sözün bittiği yerde... 2012’den bu yana yaşadığımız savaş çığırtkanlığı artarak devam etti. Reyhanlı, Diyarbakır, Suruç, Ankara, Silvan, Nusaybin... Barış isteyen güvercinler vuruldu bu ülkede... Sınır kentinde yaşayanlar en ağır bedeli ödedi! Bize kalan onların hikayesi, acısı ve geride bıraktıkları mücadeleleri... Bu mücadelenin devamı için ne onları unutacağız ne de geride kalan hikayelerini...

Günün Manşetleri için tıklayın
Çok Okunanlar
Şimşek’in Programı: İşsizlik, borçluluk, daha fazla yoksulluk Şimşek, ekonomi ve gerçek Dizi önerileri Ekonomik politikalar ve bütçe “Gurbeti ben mi yarattım?”