Sıla-gurbet, kahır-minnet: Bir Ali Kızıltuğ geçti dünyadan

Kızıltuğ, kendisi gibi 1960’lardan itibaren köyünden kalkıp büyük şehirlere göç eden kitlelerin dili olmuştur adeta. Bilhassa da aynı sınıfsal-toplumsal-kültürel habitatı paylaştığı ilk Alevi göçmen kuşakların!.. İşlediği temalar, türkülerinin kahramanları, dili ve anlatımı, sesi ve ezgileri ile ilk göçmen kuşağın sıkıntılarına, acılarına, gönlüne ve özlemlerine hitap eder

Cemal Salman - Dr., İstanbul Üniversitesi

“Şehir çöplüğüne yarışa çıktık
Ne zaman duracak göçümüz bizim”

Ankara’nın güneydoğu ucunda, şehrin en yüksek ve soğuk yerlerinden olan Yıldız Tepesi’nin Elmadağ’a bakan sırtında bir gecekondu mahallesi. Mahallede oturanlar ve çevresi orayı “Çöplük” olarak bilir, öyle anardı. Eski şehir çöplüğüne baktığından mı, onca lüksün kenarında olsa olsa çöplüğe benzer bir gettoyu andırdığından mı, bilmem. Biz de öyle bahsederdik eş dost arasında. Çöplük’ün sakinleri, çokluk İç Anadolu’nun; Sivas’ın, Çorum’un, Amasya’nın köylerinden gelmiş yoksul Alevilerdi.

Bugün ana akıma ve popüler şarkıcıların medyatik sahnelerine konuk olduğuna bakmayın; Ali Kızıltuğ o zaman Ankara’da Çöplük gecekondularında yahut Kavaklıdere’nin, Ayrancı’nın, Esat’ın kapıcı “dairelerinde”, bizim yoksul akşamlarımızın yıldızıydı. Çöplük’te kış akşamları Kızıltuğ, diz boyu karın kapadığı kapıların ardında, soba nerede yanıyorsa orada dönüp duran bir eski zaman kasetiydi. Baharda birbirine karışan bahçelere sofralar kuruluyorsa, bir bahçede çalınan Kızıltuğ, öbür bahçeden dinlenirdi: “Ay buluda girmiş gece yarısı/ Üstüme yağıyor nisan dolusu” diye ünledikçe, bahçeden bahçeye muhabbet köprüsüydü. Yaz akşamları bir gecekondu bahçesinde “irfan meclisi” kurulmuşsa, “İrfan meclisinde çok sabahladım” diye, sanki her masanın ucunda, başucunda, kadehini boşaltan, heybeleri dolduran bir içli gurbet türküsü, bir içten sofra gediklisiydi.

• • •

Ozan Ali Kızıltuğ, 1944 yılında Sivas Divriği’de doğmuş. Son demine kadar elinden bırakmadığı bağlamayı henüz on dört yaşında almış eline. O coğrafyanın bütün yoksulları gibi, genç yaşında “kirli yorganını sırtına atıp”, “gurbetin de gurbet eli var imiş” diyerek, büyük şehirlerin yolunu tutmuş. Sonrası plak üstüne plak, türkü üstüne türkü yüklü bir hayat. Biraz yokluk, biraz varlık; biraz sıla biraz gurbet.

Kızıltuğ’un 2 bini aşkın diye ifade edilen türkülerini, biraz da haddimi zorlayarak, üç grupta toplayabilirim. İlk olarak Kızıltuğ’un dinleyenlerinden her daim beğeni toplamış, aşk, ayrılık, hasret, acı, vefa, uzaklık, eziklik, yoksulluk gibi daha çok “bireysel” temaları işlediği türkülerini anabiliriz. Bu bahiste tek tek albüm de, türkü de zikretmek anlamsız olur; zira Kızıltuğ’un her döneminde, her albümünde yer verdiği eserlerin çoğu bu başlık altında pekâlâ anılabilir ve pek de sınırlamaya gelmez. Kâh çarıksız ve çorapsız, “aşkın peşinde yaya” kalmıştır; kâh felek güzelleri taksim eylerken “bir çirkin yar ile sona” kalmıştır. Sevmeyi bir türlü öğretemediği güzeller, paraya pula tamah eden yakınlar, “Naçarlık yoksulluk az gelmiş gibi” bir de elinden çektiği vefasız yarlar… Ve yüzüne hiç gülmeyen, hep türlü cefa eden “felek”: Bir türkünün bir dizesine sanki bütün hışmını sığdırır, “Kahırdan, çileden, gamdan, kederden” saçlarına aklar düşüren felek!

İkincisi, “gurbet” acısı çeken bir ozan olarak Kızıltuğ, köyüne, köy düzenine özlemini, bir bakıma bütün kırsal göçmenlerin ilk dönem sıla özlemlerini içeren duygularını bir “geçmişe ah” sözünde, dertli nostaljik eserler olarak dile getirmiştir. Asrı Gurbet, Yama Dağları, Bir Zaman, Sessiz Kalmış Bizim Köyler, Bizim Ellerin Vakti Geldi mi, Sebep Var, Köyüm Üzülme, Bizim Elin Zamanı, Benim O Köylerden Alacağım Var gibi türküler, göç veren, giderek ıssızlaşan, artık epey uzaklarda kalan köylere ve köy hayatına dair içli ağıtlardır. Tıpkı Kızıltuğ’un kendisi gibi, sıla özlemi henüz taze ve yoğun ilk kuşak göçmenin kentin ağır havası her çöktüğünde ozanla beraber derinden bir “ahh” çekmesi, Kızıltuğ “öf öf” dedikçe içinden bir tel kopması boşuna değildir.

Üçüncü grupta Kızıltuğ’un kent hayatına uyum sorunlarını, gündelik ilişkilere dair sitemini, çok doğrudan ve sınırları belirgin olmasa da politik eleştirilerini içeren kimi hiciv kimi yakınma formundaki türkülerini toplayabiliriz. Bu bahiste ortalama Alevi göçmen hayatının sınıfsal-kültürel gerilimlerini de içerecek biçimde; Kirli Yorganımı Attım Sırtıma, Bir Dilim Ekmek, Sekiz Öküz (Hababam), Üçüncü Sınıf, Küt Diye, Perişan, Ankara’dan Bir Ev Aldım (Pahalıysa Pahalı), Zam Üstüne Zam mı Gele, Kapıcılar, Zalim Almanya, Ben Daireye Memur Oldum gibi türküler dizilir.

Ali Kızıltuğ’un ilk grupta andığım bireysel temalı türkülerinin çoğu dinleyenlerince beğenilmiş, ezbere alınmış, sofralarda söylenmiş, kitlesine mal olmuştur. Bunda şüphesiz aşktır, ayrılık acısıdır, kavuşamamadır, yokluk ve çiledir, işlediği temaları onu dinleyen kitlede hemen karşılığını bulan bir samimiyetle, içli ve sahici bir dille ortaya dökmesinin etkisi büyük. Dinleyenleri nezdinde Kızıltuğ, bu türküleri sadece yazıp söyleyen değil, tıpkı kendileri gibi bire bir yaşayan, hisseden, onların içinden bir ozandır.

Fakat bu temalar ve çerçeve, sevilen ve bir kitleye mal olmuş bütün ozanlar için az çok genelleştirilebilir. Ali Kızıltuğ’u özgün kılansa, yukarıda ikinci ve üçüncü grupta andığım türküleridir. Sıla özlemi ve gurbete ah içeren türkülerinden başlayarak kent hayatına dair sancıları işlediği bütün türkülerinde Kızıltuğ, kendisi gibi 1960’lardan itibaren köyünden kalkıp büyük şehirlere göç eden kitlelerin dili olmuştur adeta. Bilhassa da aynı sınıfsal-toplumsal-kültürel habitatı paylaştığı ilk Alevi göçmen kuşakların! İşlediği temalar, türkülerinin kahramanları, dili ve anlatımı, sesi ve ezgileri ile ilk göçmen kuşağın sıkıntılarına, acılarına, gönlüne ve özlemlerine hitap eder. Kendisi de aynı yolun yolcusudur; bir bakıma yaşadığını ve hissettiğini anlattığından, hitabı dolaysız-aracısızdır. Söylediği dinleyenin dünyasında, en doğrudan ve dokunaklı yerinden karşılığını bulur.

O yüzden Kızıltuğ’un 1970’lerin başında “geçim sıkıntısı” nedeniyle şehre göçünden başlayarak 2017 Aralık’ında “gurbette” son bulan hikâyesi, aslında Alevi göç ve kentleşme sürecinin bir ozan ve eserleri üzerinden kolaylıkla okuyabileceğimiz bir izdüşümüdür. Şöyle ki Kızıltuğ da yüzyıllarca sığındıkları dağlık-yoksul köylerinden çıkıp ancak 1950-60’lardan sonra şehirle tanışan milyonlarca Alevi köylüden biridir. Sivas’tan Ankara’ya uzanan göçünün güzergâhı, o yıllarda “kirli yorganını sırtına atıp” yahut “çifte kapıları kilitleyip” bir ümit şehir yollarına düşenlerle aynıdır. İlk dönem Alevi göçmenler, sınıfsal olarak olsa olsa geçimlik tarım ve hayvancılıkla uğraşan en alt tabakada yer tuttuğu köylerden, kentlerin pek vasıf gerektirmeyen kapıcılık, askıcılık, hamallık, bekçilik, inşaat işçiliği gibi gene alt sınıf işlerine geçebilmiştir. Kızıltuğ’un pek çok türküsünde “şehirli zenginlerin” hakir gördüğü, türlü sıkıntı çeken kapıcılar dile gelir. “Zenginler balkondan baktı gülüştü
/Yine bir kapıcı geldi dediler” diye başladığı Kirli Yorgan türküsünde, yoksul genç köyünden kalkıp şehirde “kapıcı” amcasının kapısına varır; ama sefil-muhtaç görünümü nedeniyle yengesi tarafından içeri alınmaz. Genç gidip bir “bekçilik” işi bulur, biraz kılığı kıyafeti düzelince tekrar gider amcasına. Bu kez “buyur beyefendi buyur” denir. “Üçüncü sınıf diyorlar bize” diye başladığı türküsünde, gene köylü-yoksul diye hor görülen kapıcı çocuğunu konuşturur: “Babam kazan yakar, anam cam siler/Beş dakkada beş yüz defa zil çalar/ Hep onlara mı bu okey, partiler/Günde üç ev siler bacımız bizim… Gayrı dizimizde yoktur ferimiz/ Etimiz eridi kaldı derimiz/ Yıllar geçer güneş görmez yüzümüz/ Ta zemin kattadır yerimiz bizim.” O yıllarda büyük çoğunluğu varlıklı semtlerin bodrum katlarında kapıcılık eden, cam silen, araba yıkayan, bekçilikten hamallığa “şehrin cefasını çeken” yoksul göçmenlerin evinde, bu türküler ince ince bam teline dokunur!

Köyünden kalkıp kentlere göç eden bütün toplumsal grupların yaşaması muhtemel sorunların yanı sıra, Alevi göçmenlerin bir de takiye, tanınma, kabul görme, kimliğiyle var olma, kendini kanıtlama gibi bu topluluğa özgü soru ve sorun başlıkları yaşadığı, inançları nedeniyle toplumsal-kültürel uyum sorunlarını bir kat daha derinden hissettikleri vakidir. Aleviler göçün ilk yıllarında sıla özleminden gurbet derdine, şehirde tutunmadan geçim derdine daha çok “gündelik” telaşlara düşmüş ve biraz dışlanmaktan, biraz kendi dertlerinden “takiyeye” başvurup inançlarını-kültürlerini pek açığa vurmamışlardır. Kızıltuğ’un albümleri de bu durumu yansıtır. Kızıltuğ pek çok albümünde Alevi inancını ya da felsefesini yansıttığı bir türkü ya da deyişine de yer vermiştir; fakat böyle Alevi terminolojisini doğrudan içeren eserleri, daha çok 1980-90 sonrası albümlerinde görürüz. Bu tür eserlerde çoğu zaman inancı ya da felsefeyi yansıtmaktan çok Alevilere yönelik dışlayıcı, ayrımcı, horlayıcı dil ve tutumlara sitem ve eleştiri sözleri öne çıkar. Örneğin İmam Ali’ye seslendiği Küserim Ali deyişinde “Ana, bacı, gardaş bilmez diyorlar/ Duydukça içimi çekerim Ali” diye sitem eder. Burada ozanın kızıp iç çektiği, “mum söndü”den ensest göndermelerine, Alevilerin geçmişten beri çok duydukları, şehir hayatında ise daha bir yakından maruz kaldıkları hakaretlerdir.

Burada daha pek çok tema üzerinden pek çok yakınlık ve bağlantı kurabiliriz. Ali Kızıltuğ’un külliyatı, onun sözlerinde ve ah’ında kendi geçmişini, göçünü ve bugününü bulan dinleyicileri nezdinde alelade bir ozan defteriyle ölçülmez. Ozanın hayat çizgisi, aslında bir göçmen kuşağının ilk dönem sancılarıyla, yaşadığı sıkıntılarla, büyüyüp gelişen tavrıyla, dönüp dolaştığı çevreyle, belirli bölgelerden büyük şehirlere göç etmiş Alevilerin ince ince söze ve notaya dökülmüş hikâyelerinin sembolüdür.

Bütün bu hikâyenin ancak birkaç temel tavır ve kavram üzerinden bahsedebildiğim akışı, aslında “hor görülen” bir toplumsal grubun, Alevilerin, ilk göç evresinden başlayarak kentsel alanda tutunma, itibar görme, kendini gerçekleştirme, yükselme, örgütlenme, mücadele ve taleplerini yükseltme olarak sıralayabileceğim göç ve kentleşme aşamalarının ana uğraklarını özetliyor.

Kızıltuğ eline sazı alıp köyünden yola düştü. Kendi deyişiyle, ne yârinden ne sazından ne doğduğu topraklardan vazgeçti. Ankara’da bütün yoksul göçmenler gibi kapıcı yerlerinin, gecekonduların, hep “aşağıda” ve “kenarda” kalanların arasında, onlardan biri olarak hem geçim derdini çekti hem kendi çektiklerini türkülere döktü. Sıla özlemiyle, gurbet kahrıyla, sevdasıyla, efkârıyla, yoksulluğuyla; bir dönemin, bir kuşağın, içinden geldiği bir topluluğun sazı, dili, ah’ı, öf’ü oldu. Bu coğrafyada çoğu sanat emekçisinin yaşadığını yaşadı: Son deminde “kıymete bindi”; emeğinin, ozanlığının, ustalığının hakkı ancak şu son birkaç yılda teslim edildi. Varsın olsun. Bütün ömrünü o yoksul göçmenlere benzettik; sonları da biraz benzemiş oldu.

Ne demiştik? Çoğunun ismini bile duymadığı zamanlarda, Kızıltuğ çöplük gecekondularının, ışık görmeyen kapıcı dairelerinin, dallarına baykuş konmuş köylerin ve hep aşağıda, hep kenarda kalmış o yoksul köylü-şehirlilerin yıldızıydı. Zaman çok şeyi değiştirdiği gibi Kızıltuğ’u da bir yerden bu yerlere getirdi. Hikâyeye başladığımız o Çöplük gecekonduları yıkıldı; yerini rezidanslara, Altın Oran’a bıraktı. Kömürlü kazanlar kalktıkça, zengin semtlerin kapıcı daireleri de boşaldı. İlk dönemin o yoksul göçmenleri, kendileri kazan dairelerinde, bodrumlarda, gecekondu yoksulluğunda dünyadan göçtü ama kimi üç kuruş artırıp kimi dişinden tırnağından okutup, çocuklarına bir temiz gelecek bıraktı.

İşte Kızıltuğ da yıkılan gecekondular, boşalan kapıcı daireleri gibi, bir dönemin, bir kuşağın bütün kahrını, yükünü, özlemini ve sözünü sırtlanıp, bu dünyadan göçtü gitti.

Ozan bütün mütevazılığıyla “Nasıl Mursal’dan geldiysem o mazlum, sefil, tertemiz bir köylü çocuğu isem, şimdi de aynıyım” diye bitirmiş, kısacık özgeçmişini. Onun diyemediğini biz tamamlayalım: Köyünden mazlum ve sefil bir köylü çocuğu olarak çıktı, evet. Ama gurbet yüklü ömrüne, 103 plak, 87 albüm, 2 kitap, 150’den fazlası başka sanatçılarca seslendirilmiş 2 bini aşkın eser sığdırdı. Şehre geldiği günü kimse bilmiyor. Fakat şehirden ebediyen ayrıldığı günü, bütün haber bültenleri kayda düşürdü. Şehre gelişi bir başına ve “sefildi” belki; ama ömrünü tükettiği büyük şehirden ömrünce özlemini çektiği köyüne, binlerce seveninin arasında uğurlandı.

“Kadir mevlam senden bir dileğim var/ Ölüm gelsin ihtiyarlık gelmesin” demişti bir türküsünde. Ne diyelim garip ozan, kabul oldu mu dileğin?

Sıla da gurbet de aynı ağıtta şimdi. Kahır da mihnet de aynı türküde.
Belki felek bırakmıştır yakanı. Gittiğin yerlerde incinmeyesin.

Günün Manşetleri için tıklayın
Çok Okunanlar
Şimşek’in Programı: İşsizlik, borçluluk, daha fazla yoksulluk Şimşek, ekonomi ve gerçek Dizi önerileri Ekonomik politikalar ve bütçe “Gurbeti ben mi yarattım?”