Yoksulluk döngüsü kırılamaz bir halde

Ekonomik krizi derinleştiren pandeminin halk üzerindeki etkilerini değerlendiren Sosyolog Prof. Dr. Sencer Ayata, ülkedeki yardım sisteminin yoksulluğu önlemek yerine yönetmeye yaradığını söyledi, “Yoksulluk döngüsü kırılamıyor” dedi.

HAZIRLAYAN: UĞUR ŞAHİN

Milyonlarca yurttaş yüksek enflasyonun altında ezilirken yoksul ve zengin arasındaki uçurum her geçen gün büyüyor. Kuşkusuz bunda Covid-19’un bıraktığı ağır hasar etkili. Asgari ücret açlık sınırıyla neredeyse eşit. Üstelik ülke gelir eşitsizliğinde Avrupa’da ilk sırada. Siyaset Bilimci, Sosyolog Prof. Dr. Sencer Ayata, BirGün’ün pandemiyle birlikte derinleşen yoksulluğa ilişkin sorularını yanıtladı.

Pandeminin başlangıcından bu yana Türkiye’de yoksulluğun derinleştiği herkesin malumu. Bunun arka planında ne yatıyor?

Yoksulluk seviyesi kriz öncesinde AB ölçütlerine göre yüzde 16-17 dolayındaydı. Salgın, kur krizi ve hiper-enflasyon sonrasında bu oran çok daha yüksek düzeylere ulaştı. Tabii en önemli boyutu gıda yoksulluğu. Türkiye’de en yoksul kesimin beslenmesi büyük ölçüde yağ ve un türevleri ile sınırlı. Yetersiz ve kötü beslenme, özellikle çocuk sağlığına büyük zarar veriyor. Derin yoksulluk uzun dönem işsizlik, çok düşük gelir, kronik hastalıklar, toplumdan soyutlanma ile birlikte görülen bir durum. Aşırı yoksullar kuşkusuz sosyal yardımlardan yararlanıyorlar. Ama yardımlar yoksulluk döngüsünü kırmalarını sağlamıyor.

Türkiye’de ücret artışları milli gelir artışının gerisinde. Sermayeye oranla emeğin milli gelirden aldığı pay azaldı. Vergilendirme ve sosyal yardımlar yapıldıktan sonrada gelir dağılımındaki adaletsizlik sürüyor. Dünya ülkeleri eşitlik sıralamasında Türkiye, altmışlı sıralarda yani alt basamaklarda.

Yoksullukla baş etme stratejileri eskisinden farklı. Örneğin 1980 öncesi… Kent emekçileri kırdan, köyden gıda ihtiyaçlarını karşılama konusunda önemli destek alıyordu. Daha önemlisi gecekondu çok ucuz konut edinme imkânı sağlıyordu. Bugüne göre kırda ve kentte evine yakın yerde çalışan büyük nüfusun ihtiyaçları çok daha azdı. Yani günümüzde olmazsa olmaz diye düşünülen cep telefonu, bazı elektrikli ev aletleri, okul masrafları, ulaşım masrafları ya yoktu ya da çok daha azdı.

Günümüzde bunların önemi çok azaldı. Aile boğazdan, temel ihtiyaçlardan kısıyor. Ama iki temel baş etme stratejisi öne çıkıyor. Birincisi kuşkusuz kurumsal yardımlardan yararlanma. Aileler birden çok yardımı bir araya getirerek bir havuz oluşturma mücadelesi veriyor. Ama çalışan yoksulların bu imkândan yararlanma olasılığı örneğin işsizlere göre çok daha zayıf. Bu durumda diğer strateji önem kazanıyor. Ailede birden çok kişinin işgücü piyasasına sürülmesi… Oysa biliyoruz ki bir kişi bile asgari ücret getiren bir işi bulmakta zorlanıyor. İkinci ya da üçüncü kişi, yaşlı, çocuk, kadın... Hangi iş demeden, ne getiriyor demeden, her işe razı oluyor. Ama günü birlik, ama kısa süreli, ama mevsimlik, ama yarı zamanlı… Ayda üç yüz beş yüz lira bile olsa da amaç çok kanaldan bir havuz oluşturmak… Çoğu vasıfsız, düşük gelirli işlerde çalışan bir yoksul hizmet proletaryası. Türkiye’de yoksulluk nüfusun üçte birine ulaştı. Yani 25 milyon kişiden söz ediyoruz. Çünkü önemli bir kesim yoksulluk eşiğinin üstünde iken pandemi ve kriz sonrasında yoksulluk çizgisinin altında kalmaya başladı.


Prof. Dr Sencer Ayata - Sosyolog,
Siyaset Bilimci

‘Çalışan yoksullar’dan bahsettiniz. Bunu biraz daha açar mısınız?

Yoksulluk yalnızca işsizleri değil, istihdam edilenleri de etkiliyor. Bir işi olduğu halde, geliri yoksulluk sınırının altında kalanlara ‘çalışan yoksullar’ deniyor. Çalıştığı halde temel ihtiyaçlarını karşılamamakta zorlananlar… Hanede çalışan bir, hatta birden çok kişi olduğu halde, yoksulluk çizgisinin üstüne çıkamayanlar… Asgari ücretin düşük olması nedeniyle Türkiye’de ortanca gelirin yüzde 60'ının altında kalan yoksul nüfusun büyük bölümünü (yüzde 70) çalışan yoksullar oluşturuyor. Bu kesim sendikasızlık, kayıt dışı istihdam, sosyal güvence eksikliği, kötü çalışma koşulları gibi önemli sorunlarla karşı karşıya. Çalışan yoksulların özellikle aleyhine olan durum neoliberal ekonomi politikalarının etkisi altında bölüşümcü politikaların zayıflaması ve sosyal harcamaların kısıtlılığı. Çalışan yoksulluğunu azaltmak için büyümeyi tek başına çözüm olarak düşünmek de doğru değil. İşgücü piyasasının düzenlenmesi, ücretlerin yükseltilmesi, gelir dağılımının düzeltilmesi, sosyal desteklerin artırılması olmadan büyüme kısa süre içerisine çalışan yoksulların sorunlarını çözmez.

Türkiye’nin bir “sosyal devlet” olduğunu düşününce, sizce özel olarak korunması gereken, yoksul yurttaşların talepleri salgın günlerinde ne kadar karşılandı?

Sosyal yardımlar GSYİH’nin yüzde 1-2, merkezi bütçenin yüzde 6’sı dolayında. Türkiye’de tüm sosyal harcamalar GSYİH’nin yüzde 12-13’ü dolayında iken AB ortalaması yüzde 28. Kadının işgücüne düşük oranda katıldığı, asgari ücretin yoksulluk ücreti olduğu, emekli aylıklarının düşük olduğu bir ülkede bu oran çok düşük. Türkiye yalnız sosyal harcamalara değil, eğitime yönelik harcamalar da oransal bakımdan Avrupa ülkelerinin çok gerisinde. İstihdam ve gelir koşulları zaten kötüleşen dar gelirliler devlet aracılığıyla sağlanan bölüşümden de çok düşük pay aldı.

Türkiye’de sosyal devlet zaten güçlü değil. Evet, sosyal yardımlar son yirmi yılda arttı ama yine aynı dönemde kent yoksullarının kırdan sağladığı destek azaldı, gecekondu gibi ucuz konut edinme imkânları pek kalmadı. Yardımlar düzensiz biçimde yapılmakta. Yardım vakıfları birçok yerde iktidarın arka bahçesi haline gelmiş durumda. Üstelik bunlar iktidarın bir lütfu gibi sunuluyor. Yaşlıların, çocukların, engellilerin vesaire ihtiyaçları ne ölçüde karşılanıyor, belli değil. Mevcut yardım sistemi yoksulluğu önlemeye değil, “yoksulluğu yönetmeye” yarıyor. Dünyada neoliberal politikaların devletin sosyal harcamaları üzerine getirdiği kısıtlamaların sorgulandığı bir döneme girdik. Türkiye’nin çocuğu hedef alan, yeni yoksullukla mücadele yöntemlerine başvurması gerekiyor.

Pandemi sürecinde iktidar kanadının yoksulluğu göz ardı eden açıklamalarına defalarca şahit olduk. Bu “gerçekten kopma” halini nasıl açıklıyorsunuz?

AKP’nin köklerinde yatan Milli Görüş Hareketi’ni düşünelim. Kimliğinin bastırıldığını, toplumsal statüsünün zayıflatıldığını, ekonomik bakımdan ise mağdurlaştırıldığını iddia eden bir hareket. Oysa günümüzde baskın ideoloji ve siyasi elit haline geldi, zenginleşti. Bir iktidar eliti olarak bakıldığında yeni zengin kültürünün birçok özelliğini bir arada görmek mümkün. İsraf, şatafat, gösterişçi tüketim… Birlikte yola çıkanların çoğu yükselmiş. Gerçekten AKP kadroları bir grup olarak, toplu biçimde yükseldi. Öncesinde çoğu toplumun yoksul kesimlerinin içinden gelen ya da onlara yakın olanlar bugün çalıştığı, yaşadığı, gezip tozduğu, alışveriş yaptığı yer olarak onlardan fiziki anlamda da kopmuş durumda. AKP, yakın zamanda aldığı toplumsal desteğe bakarak kendisini çok başarılı görüyor. O nedenle hiçbir eleştiriyi duymak istemiyor. Özellikle de yoksulluk.

2021’e dönüp baktığımızda, iktidarın derinleşen krizlere çözüm üretmekten ziyade algı peşinde koştuğu görülüyor. Siz yaratılmak istenen bu “başarı hikâyelerine” toplumun inandığını düşünüyor musunuz?

Çok maaşlı yönetici, yandaş sermayedar, başkan danışmanı profilleri AKP’nin toplumdan kopmasını simgeliyor. AKP’nin kurduğu ekonomik düzen Reagan, Thatcherneoliberalizminin de yozlaşmış bir versiyonu. Ahbap-çavuş kapitalizmi… Kamu kaynaklarını tek elden kollanan bir sermaye sınıfına aktarma. Rant, inşaat odaklı bir yeni zengin sınıf yaratma, ilkel bir kapitalist birikim modeli. İktidar elitlerinin dar çıkarları ülkenin, toplumun çıkarları arasında tam bir uyumsuzluk yaşanıyor. Bu model tükendi; çözüm değil, kriz üretiyor. İktidar ise çözüm getirmek yerine, bu sistemin yarattığı yangınları söndürmeye çalışıyor. Bir yerde söndürürken alevler, bir başka yere sıçrıyor. Kısacası iktidarın Türkiye’nin önemli sorunlarını çözecek şekilde kendini ve iktidarını reforme etme kapasitesi yok.

Peki, korona krizinde toplumun geniş kesimlerince kamuculuğun önemi hatırlandı. Sosyal korumadan muaf bırakılanları düşününce, kamuculuğun öneminin artmasını, nasıl değerlendiriyorsunuz?

Pandemi sürecinde neoliberal politikaların ve piyasa köktenciliğinin yanlışları açıkça görüldü. Kamu hizmetlerinin ve devletin ekonomideki hizmeti çok daha iyi anlaşıldı.

Aşılar özel kuruluşlar tarafından bulundu ama aşıların maliyetini karşılama dahil, gerekli sağlık hizmetlerinin karşılanmasında kamusal politikalar başat rol oynadı. Bunun da ötesinde pandeminin yol açtığı ekonomik ve toplumsal sorunların çözümünde başlıca sorumluluğu devlet ve yerel yönetimler üstlendi. Devletler, artan talepler karşısında sağlık harcamalarını artırmak zorunda kalacak.

Sorunun yoksullarla ilgili kısmına gelince... Kısa yanıt tabii ki sosyal devletin güçlendirilmesi… Bütçede sosyal sosyal koruma harcamalarının payının artırılması... Yoksulluğun yaygın olduğu gelişmekte olan ülkelerde sosyal harcamalar için ayrılan paylarla yoksullukla mücadelenin yetersiz kalması kaçınılmaz. Birçok gelişmekte olan ülkede, Türkiye’de olduğu gibi, sağ otoriter rejimler var. Yoksullukla ve eşitsizlikle mücadele bu ülkelerde görülen koşullar dikkate alınarak daha geniş bir çerçeve içerisinde düşünülmeli. Yoksulluk tek başına değil; eşitsiz bir siyasi, ekonomik ve toplumsal yapının sonucu. Eşitsizlik Türkiye’nin diğer tüm önemli sorunları ile doğrudan bağlantılı. Sorunlar büyük ölçüde son döneme damgasını vuran neoliberal ekonomi politikaları ve otoriterleşme süreçleri ile ilgili. Türkiye’de sosyal yardımlar için ayrılan kaynaklar, kayırmacılıkla elde edilen gelir ve servet transferlerinin gerisinde kalmış durumda. Türkiye’de eşitsizliklerin artmasının temelinde yatan nedenlerden birisi de adaletsiz vergi düzeni. Vergi yükü önemli oranda çalışanların omuzlarında.

Son olarak virüsün yoksulları, işçileri, göçmenleri daha çok vurduğuna dair örneklere defalarca şahit olduk. Bunu nasıl değerlendirmek mümkün?

Küresel eşitsizlik tablosu pandemi süreçlerine en çarpıcı biçimde yansıdı. Pandemiden en olumsuz etkilenenler yoksullar ve kırılganlar oldu. Bu, aşıya ve sağlık hizmetlerine erişime doğrudan yansıdı. Amerika’da varlıklı kesimler yoksullardan daha önce erişti. Yoksullar tedavi olanaklarına ve hastaneye çok daha zor ulaştı. Bu nedenle başta Afrikalı Amerikalılar olmak üzere göçmenler, beyaz yoksullar arasında ölüm oranları çok daha yüksek oranlarda gerçekleşti. Örneğin aşı uygulamasına başlanmasından sonra bir yıl geçmesine rağmen, gelişmiş ülkelerde aşıya erişim halen yoksul ülkelerin üç dört katı. Kaldı ki yoksul ülkelerde pandemiye karşı aşı, tedavi, genel bakım gibi sağlık hizmetlerinin altyapısının mevcut olmadığı ortaya çıktı. Hangi ülkede olursa olsun, yoksullar arasında ölümlerin çok daha yüksek olmasının aynı zamanda bedensel zafiyetlerin ve kronik hastalıkların daha yaygın olmasından kaynaklandığı anlaşıldı. Diğer yandan pandemi sürecinde en çok gelir kaybına uğrayanlar yine yoksullar oldu. Küresel yoksulların bu süreçte uğradığı gelir kaybının yüzde 40 dolayında olduğu belirtiliyor. Gelişmekte olan ülkeler daha fazla borçlandı, hepsinde olmasa da çoğu ekonominin toplanması çok daha zor oluyor. Bu sonuçlar adaletten eğitime, ekonomik durgunluktan iklim değişikliğine, şiddetten moral çöküntüsüne ve pandemide olduğu gibi geçim zorluğundan can güvenliğine eşitsizliğin nasıl dünyanın en temel sorunlarının başında geldiğini açıkça ortaya koymakta.

***

Evden çalışma yalnızlaştırıyor

Salgınla birlikte yaygınlaşan hatta yer yer kalıcı hale gelen uzaktan çalışma modeline bakışınız ne?

Uzaktan çalışmanın artması yönünde bir eğilim pandemi öncesinde de vardı. Ama özellikle kapanmanın yaygınlaştığı ilk bir yılda uzaktan çalışma en yaygın çalışma biçimi haline geldi. Pandemide milyonlar evden çalıştı. Ama düşük vasıflı kesim içinde bu oran çok düşük kaldı. Çalışanlar için bazı avantajlı yanları var. Olumlu tarafından bakıldığında çalışanların kendi zamanlarını daha rahat planlayabildiklerini görüyoruz. Daha bağımsızlar. Daha az masraflı yönleri var. Örneğin ulaşım, çocuk bakımı, giyim masrafları azalıyor. İşyerindeki stres yaratan ortamlardan uzaklaşıyorlar. Zaman kaybı önleniyor. Tedavi gibi iş dışı randevulara daha kolay gidip, gelebiliyorlar. Çocukları okuldan alabiliyorlar. Olumsuz yanlarına gelince iş güvenliği çok daha düşük. Özellikle kriz dönemlerinde işten çıkarmalar yaygınlaşıyor. Krediyle alışveriş yapmaları zor çünkü gelecek garantisi yok. Tabii işyeri çevresinden uzaklaşma işyeri arkadaşlıklarının azalmasına ve bir bakıma soyutlanma, yalnızlaşmaya yol açıyor. Çalışanlar aleyhine gelişen koşulları değiştirmek çok daha zor.Çünkü uzaktan çalışmanın yarattığı en önemli sorunlardan birisi örgütsüzlük. Çalışanlar atomlaştıkça işçi dayanışması zayıflıyor. Hak arama, ses duyurma, çalışanlar lehine düzenlemeleri hayata geçirme güçleşiyor.

***

SINIFSAL EŞİTSİZLİKLER BİR KEZ DAHA ORTAYA ÇIKTI

Dünya genelinde özellikle yoksullar için bir barınma krizi yaşandığı ortada. Peki, pandemi bu konut sorununu büyüttü mü?

Konut sahipliği ve konut kirası öncelikle bir kent sorunu olarak karşımıza çıktı. Kapanmanın yarattığı psikolojik ve toplumsal sorunlar en çok apartman sakinleri arasında hissedildi. Evler, en çok vakit geçirilen yerler haline gelince, 'nasıl bir konut’ sorusu da önem kazandı. Evden çalışanlar kadar, bütün gün evde oturanlar, kimin nerede, ne yapacağı konusunda ciddi sorunlar yaşadılar. Özellikle çocukların uzaktan eğitimi ve küçük çocukların oyun alanı sorunu gibi… Dışarı çıkmanın mümkün hale geldiği günlerde ortak kamusal alanların bulunması büyük önem kazandı. Açık kamusal alanların yeşil alanların, oyun alanlarının son derece kısıtlı olduğu kentler, pandemi döneminde yaşam koşullarını daha da ağırlaştırıldı. Rant odaklı kentleşme ve sınıfsal eşitsizlikler bir kere daha Türkiye’nin temel sorunlarından birisi olarak karşımıza çıktı.

Yoksulların ve dar gelirlilerin konut sahibi olması geçmişe göre zorlaştı. Konut kredisi ödemeleri güç. Eskiden olduğu gibi ucuz maliyetli gecekondularla bu sorunu çözmeleri pek mümkün değil. Günümüzde kentsel yoksulların da önemli bölümü apartmanlarda yaşamakta. Pandemi döneminde konut fiyatların ve özellikle dar gelirlileri daha da yakından ilgilendiren konut kiralarında çok büyük artışlar oldu. Yoksulların yaşanabilir bir konuta kısıtlı olan erişim olanakları büsbütün kısıtlandı. Yapı kooperatifleri ve gecekondu gibi ucuz konut edinme olanakları, büyük ölçüde geçmişte kaldı. Günümüzde dar gelirliler, kira ve bir zamanlar borçlanarak ev alanlar, kredi borçları altında eziliyor. Bu koşullar altında düşük gelirliler sağlıksız, küçük konutlara hücum ettiler. Ailelerin kalabalıklaştığı görüldü. Çünkü özellikle ebeveynler, bazı durumlarda kardeşlerle konut paylaşma yaygınlaştı. Geçici de olsa geniş aileler çoğaldı. Ucuz konutların küçük çap, sıkışma, rutubet, izolasyon gibi sorunları pandemi sürecinde gündelik yaşamı daha da zorlaştırdı. Kira ve fiyat artışlarını konut arzı yetersizliğine bağlamak doğru değil. Çünkü yaklaşık son yirmi yılda Türkiye’de konut üretimi, hane sayısı artışının dört katı dolayında gerçekleşti. Düşük gelirlilerin ihtiyacı öncelikle ucuz konut. TOKİ’nin ucuz konut stoku yok, var olan lüks konut stoku. İnşaat sektörü iktidar ve rant odaklı. Devlet, konut piyasasında önemli aktör ama piyasa oyuncusu gibi. Yoksulların konut sorunu piyasanın insafına terk edilmiş durumda. Yoksulu hesaba katan konut politikasından söz etmek zor. Dar gelirlilerin ihtiyaçları dikkate alınmıyor. Kısacası bir sosyal konut politikası yok ya da çok etkisiz.

Günün Manşetleri için tıklayın
Çok Okunanlar
Emniyet Genel Müdürlüğü’nün sınavı: Türkiye birincisi mülakatta elendi Selahattin Demirtaş'tan aylar sonra ilk paylaşım Mülakatı savunan bakanın eşine ‘yürü ya kulum’ denmiş! SGK vurgunundan eski bakanın hastanesi çıktı 4 il için gök gürültülü sağanak uyarısı