BUGÜN BENİM, YARIN SENİN, HİÇBİR ZAMAN KİMSENİN:Küçük Asya incisi Sinasos -2

Konstandinos ve Eleni Kilisesi deyip geçmek olmaz. Sinasoslular için bu kilise çok önemliydi. Paz

Konstandinos ve Eleni Kilisesi deyip geçmek olmaz. Sinasoslular için bu kilise çok önemliydi. Pazaryerinin ortasında, küçük, eski bir kilise vardı. 1700'lerde, o dönemin yasalarına göre, devlet Hıristiyanlara kiliselerini tamir etmeleri için sadece 80 gün süre verirdi. Bu yüzden, köylülerimizin kiliselerini yıkıp yeni bir kilise inşa etmeleri çok zordu, kilisesiz kalabilirlerdi. Fakat Serafim Rizos ortaya atılarak, kum, kireç ve taş gibi malzemeleri hazırlamalarını, kalfayı çağırıp planları hazırlamasını istemelerini söyledi. Öyle de oldu. Malzeme toplanır toplanmaz, ferman çıkarılmasını sağladı ve hemen köye koştu. Malzeme hazır, kalfa hazır, bütün köy el ele vererek kilisenin yıkılmasına ve inşaata yardım etti. Kilise tam 80 günde tamamlandı. Kilise 1850'de köylülerin topladığı paralarla tamir edildi. Kapısının üzerine şu satırlar yazılı mermer bir plaka kondu:

"Aziz ve muhterem Konstandinos ve Ele-ni'nin, imansızların düşmanı kralların kilisesi-yim. Sultan Ahmet zamanında temelden inşa edildim, Abdülmecit zamanında ve şanlı Paisi-os'un piskoposluğunda Sinasos halkının emekleri ve bağışlarıyla gördüğünüz bu bakımlı görüntüye kavuştum. 1729'da temelden inşa edildi, 1850'de tamir edildi."

Ön cephedeyse kırmızı taştan kitabede büyük harflerle şunlar yazılı: "Serafim Rizos'un katkılarıyla." Sinasos'ta Müslümanların dahi medet umduğu bir kilise daha vardı Ay Nikola. Bu kilisenin ayazmasında şifalı su vardı. Sürekli baş ağrısından şikâyet eden, bunalım geçiren, kara sevdalanan, gençler Hıristiyan-Müslüman buraya gelirdi. Ayazma'da yıkanıp şifa bulanlar kiliseye cömertçe yardım ederlerdi.

Sinesos'ta posta dağıtım günleri her zaman bir şenlik havasında geçerdi. Ancak bunlardan bir gün müstesna! Kostandinos ve Eleni Kili-sesi'nde bir ikindi ayini sürerken, herkesin bakışları birden, yüzü kıpkırmızı ve üstü başı toz içinde kalmış halde kilise kapısında görünen Dayı Prodromos'a dönmüştü. Bunun üzerine herkes yayından fırlamış ok misali kapıya koştu. Kilise birden boşalmıştı. Sinasos müminleri gibi dindar bir cemaati böyle heyecanlandıran, daha önce hiç görülmemiş bu saygısızlığa iten acaba neydi? Kapıda görünmesiyle kilise cemaatini bir anda çil yavrusu gibi dağıtan Dayı Prodromos, Sinesos'un posta tatarıydı. İstanbul'dan gelen mektupları getirmek üzere gittiği Ürgüp'ten yeni dönmüştü.

Kasabanın hemen hemen bütün erkekleri, yaşamlarını kazanmak üzere gurbette ve özellikle istanbul'da olduğundan, Sinasos sakinleri için onun Ürgüp'ten dönüşleri haftanın en önemli olaylarından biriydi. Ama o gün farklıydı çünkü İstanbul'da büyük bir yangın çıktığı işitilmişti. Üstelik yangın, tam da Sinasoslu emekçilerin ticaret yaptığı yerlerde çıkmıştı. Söylentiler kötüydü; binlerce dükkânla evin kül olduğuna, çok insanın öldüğüne ilişkin korkunç şeyler konuşuluyordu. Kiliseden can havliyle çıkarak postacının çevresini saran kalabalık, (Sinasos geleneklerine göre, papazın kutsamadığı hiçbir şeyin yapılmamasına inanıldığından), Papa Hrisantos'un çıkmasını beklemeye başladı.

Papaz, kutsanmış ekmek ya da şarapmışçası-na, mektup dolu zarfı büyük bir hürmede Prod-romos'un ellerinden aldı. Kendi oğlu da yangın çıkan mahallede yaşadığından, elleri titreyerek yüksek sesle zarfların üzerindeki isimleri okumaya başladı. Adını duyan papazın elini öperek mektubunu alıyordu. Mektupların alelacele okunmasıyla köy meydanı sevinç ve rahaüama çığlıklarıyla çınladı. Fırtınaya tutulmuş bir geminin kaptanı gibi, papaz herkesin mektubunu dağıttıktan sonra oğlunun mektubunu okuyunca bütün gücüyle: "En yücelerdeki Allah'a şükürler olsun, yeryüzüne barış, insanlara esenlik olsun" diye haykırdı. Okunan mektuplara göre, her şeyi yakıp kül eden yangın, Sinasosluların dükkânlarının bulunduğu semtin tam önünde sönmüş, kimse bir zarar görmemiş. Papa Hrisantos'un davetine uyarak herkes kiliseye geri dönüp, kasabanın koruyucusu Ayios Nikolaos'un aracılığıyla, az önce kilisedeki ayini terk etme densizlikleri için huşu verici yakarışlarıyla ilâhî merhamete ve affa sığındılar.

Sinasoslular çok eski zamanlardan beri gurbete gidiyorlardı. Bölgedeki diğer Rum köylerinde "gurbetçilik" hemen hemen hiç yapılmazken, Sinesos'ta ilkokulu bitiren her çocuk, "para kazanıp adam olmak için" İstanbul'a gönderilirdi. O dönemin adederine göre, İstanbul'a gitmeye hazırlanan bir çocuk, yola çıkışının arifesinde, armağan olarak bir sepet elma ya da armut veya bir tabak sakatat götürerek, öğretmen Anastasi-os'un evine el öpmeye giderdi. Mahallenin papazı da, gidişinin arifesinde 'İstanbullu'nun evine uğrar, ailenin huzurunda ve ikonaların önünde çocuğu ve yolculuğu dualar okuyarak kutsardı.

Ancak papaz sadece zenginlerin evine giderdi. Yoksul çocukların duasını Kapalos Meydanı'nda, çocuklar arabaya binerken okurdu. Çocuğun babası köydeyse, oğlunu alır kendisi götürürdü. Yok, eğer İstanbul'daysa, anneyle babanın mek-tuplaşarak anlaşmaları sonucu, çocuk güvenilir bir hemşeri, bir akraba, komşu ya da babanın iş ortağına teslim edilirdi. İstanbul'a kadarki yolculuğun sorumlusu bu adam olurdu. Çocuğu Haydarpaşa garında babasına, ağabeylerine ya da başka bir akrabasına teslim ederdi. Çocuk yetim ve yoksulsa, annesi onu, masraflarını karşılayıp koruması altına alarak kendi dükkânında ya da bir akrabasının dükkânında çalıştırmak üzere zengin birine teslim ederdi.

Çocuk İstanbul'a vardığında, 10-15 gün kadar dinlenirdi. Bu süre içinde bütün akrabalarını ziyaret eder, onlara annesinin selâmlarını iletir, arkadaşlarını, yol arkadaşlarını ve mahalleli komşularını görürdü. Onu Balıklı'ya, Patrikha-ne'ye, bazen Aya Sofya'ya bile götürürlerdi. Tünel ya da Yüksek Kaldırım'dan çıkararak Rus Büyükelçiliği'nin önündeki büyük demir kapıdan Rus bayrağını ve az ilerdeki Yunan bayrağını gösterirlerdi. Bir cuma günü de, askerî bir törenle, bando eşliğinde ve sarıklı askerlerin koruması altında, "Sultan Hamit"in Aya Sofya'ya Cuma namazını kılmaya gidişini seyrederdi. Sonunda, oturup annesine ilk mektubunu yazardı. Bütün akrabalarla dostların selâmlarını iletir, köydeki akraba, komşu ve arkadaşlarına da tek tek adlarını belirterek kendi selâmlarını yollardı. Ayrıca çok iyi olduğunu, kendisi için hiç üzülmemesini ve "köylerinin bir başka güzel" olduğunu söylerdi.

Misafirlikler bittiğinde, eğer çocuk yüksek bir okulda okumaya gelmediyse bir hemşerinin dükkânına yerleştirilmesi sorunu görüşülürdü. Çocuğun babası dükkân sahibiyse yanına alırdı, yok eğer bir dükkânın ortağıysa çalıştığı dükkâna ya da "el ekmeği yemesi, anne babasının değerini öğrenmesi ve paranın nasıl kazanıldığını görmesi" için bir tanıdığın dükkânına çırak olarak verirdi. Eğer çocuk yetim, yoksul ve hami-sizse, onu İstanbul'a getiren, "boğaz tokluğuna" çalışmak üzere kendi dükkânına alır ya da bir tanıdığının yanına verirdi. Dükkânın işlerini öğrendiğinde de ona bir maaş kesilirdi.

Biz İstanbul'dan yine Sinesos'a dönelim ve bakalım bu insanlar törenlerde, düğünlerde nasıl eğlenip gülerlermiş. Sinasos'ta her 8 Ekim'de kutlanan Meryem Ana günü bir başka âlem olurdu. Yeni evli delikanlılar, eşlerini de yanlarına alarak gruplar halinde Panayia dağına çıkıp 10-12 gün orada kalıyorlardı. Bir evi dayayıp dö-şeyebilecek; halı, kilim, yatak, çamaşır, çanak, çömlek, yemek pişirmek ve sofra kurmak için gereken her şeyi yanlarında taşırlardı. Aralarından yemekleri kimin yapacağını ya da aşçıyı kimin denetleyeceğini konuşurlar, Kosti Meletiya-di, Thodoros Takas ve Evyenia'dan oluşan çalgıcılar grubunu da yanlarında götürürlerdi. Gençler arasında "Karşılama" oyunu çok meşhurdu.

Bunu Türkler de çok oynardı. El ele tutuşup dönerek oynanan oyunlara Rumlar "horos", oysa karşılamaya "isos" (düz) derlerdi. Kızlar, kadınlar bazen erkeklerle bir arada oynarlardı. Bu oyunlar evlerde, avlularda, meydanlarda ve Aya Nikola panayırında olduğu gibi harman yerlerinde yapılırdı. Bir yandan da türküler okunurdu. Ancak karşılama kapalı yerlerde ve sadece aile arasında oynanan bir oyundu. Horosların başını kadınlar çekerdi.

Mesela Mina'nın kızı Mariğo, oyunların başını kimseye kaptırmazdı. Uzun boylu, düzgün vücutlu, etkileyici bakışları vardı ve dinleyenleri coşturan güzel bir sese sahipti. Köyün bütün çocukları bu kıza âşıktı. Ayrıca Magdala, Ange-liki, Eleni ve Despina da güzel sesliydi. Paskalya gibi bayramlarda meydanlarda oynayıp türkü okurlardı. Karşılamayı tahta kaşıklarla oynadıkları da olurdu. Sinesos'ta kaşık karşılamasını en iyi oynayanlar; Garamarko'nun Evyenia, demirci Simyos'un kızları ve Papaz Vasili'nin kızlarıydı. Bazen erkekler de kaşık oyununa kalkardı. Mesela Meleko, kaşık oyununda muhteşemdi. Bu oyunu, parmaklarına kilise çanlarının yapıldığı madenden yapılma, dökme bakır ya da gümüş ziller geçirerek de oynarlardı. Ama Hıristiyan ya da Müslüman, yöre köylerin kızları zil takmazdı. Zilleri, hovardaların eğlencelerinde şehirli dansözler, dağ kızları ve çingeneler takardı.

Bütün karşılama türküleri Türkçe'ydi, arı ve güzel bir halk diliyle söyleniyordu. Rumlar da Türk kızlarının okudukları türküleri okurdu. İşte bu güzelim günler, bu rüya gibi devirler bir gün aniden bitiverdi. Birinci Dünya Savaşı gelip çatmıştı. Büyük hesaplaşma başlamıştı. Savaşta köyün delikanlıları kimi asker, kimi kır bekçisi, kimi asker kaçağı, kimi de askere gitmemek için gece bekçisi oldu.

Günün Manşetleri için tıklayın

Çok Okunanlar
Hoş geldin kadınım Atatürk’ün söylemediği meşhur sözleri Gökçeada ve Bozcaada raporu İnsanlığın öğretmeni olabilmek Operasyon 'Gaye'sini aştı