BUGÜN BENİM, YARIN SENİN, HİÇBİR ZAMAN KİMSENİN:Küçük Asya incisi Sinasos -3

Kiliselerinin çanları bile duyulabilecek kadar yakın olan

Kiliselerinin çanları bile duyulabilecek kadar yakın olan Sinasoslularla Ürgüplüler birbirlerini hiç sevmezlerdi. Hatta birbirlerinden nefret ederlerdi. Aralarında asla kız alıp vermezler, hatta alış-veriş dahi yapmazlardı. Daha da ilerisi, karşılaştıkları her ortamda pis pis bakışır, hatta kavgaya tutuşurlardı. Dilleri bile farklıydı, mizaçları da ha keza. Köyünün bağlarının dışına hiç çıkmayan, yabancılarla bir araya gelmeyen ve başka şehir görmeyen muhafazakâr Ürgüplüler, gelişmeye yatlan Sinasosluya ayak uyduramıyordu. Özellikle örf ve âdetlere bağlılıkta göreceli bir aykırılık gösteren, "Mari" dedikleri Sinasoslu kadınlar hakkında hiç de iyi şeyler düşünmüyorlardı. Bu "Mari"ler hiç susmadan yüksek sesle saatlerce konuşur, pazara geldiklerinde, Türk köylülerden çok ucuza satın alabileceği buğday, yumurta gibi malların fiyatını yükseltirlerdi. Si-nasoslular da Ürgüplüleri görgüsüz, köylü bulur, onlara yüksekten bakarlardı.

Sinasos, uzun yıllardan beri en yetenekli öğretmenleri bulup getirttiği Kapadokya'nın en iyi okullarına sahip çok canlı bir Rum cemaatiydi (1908'de, kentte -6oo'ü Hıristiyan Ortodoks, 150'si Türk- 750 aile yaşıyordu). Dört öğretmenin çalıştığı yedi sınıflı bir ilkokulu, yüz seksen öğrencinin okuduğu bir ortaokulu, iki bayan öğretmeni olan bir kız olculu ve çok bakımlı iki kilisesi vardı. Öğretmenlerden ikisi, Hristos Ange-lis ile Nikolaos Peçaras ve kız oloılunun müdiresi Selanikli matmazel Efpraksia Kostandinidu, mükemmel eğitimleri, saygınlıkları ve üstün ah-lâklarıyla dikkati çekiyorlardı.

Bugün Sinesos ne âlemde diye soracak olursanız, halinin son derece perişan olduğunu itiraf etmeliyiz. Mübadelede gidenlerin yerine Makedonya kökenli göçmenler ikame edilmiş. Son derece yoksul bu insanlar burada devraldıkları medeniyetin üstüne tek tuğla koymadan düne kadar sefalet içinde yüzüyorlardı. 90'h yıllardan tibaren turizm kıpırdayınca Sinesos'ta aniden ev ve arsa fiyatları da fırladı da cepleri para gördü. Şimdi bunlar ya ellerindekileri satıp savıyorlar ya da otelcilikle geçinip gidiyorlar. İçlerinde Sinesos tarihine meraklı birkaç kişi var. Eğer yolunuz günün birinde bu diyara yolunuz düşerse, Süreyya Aytaş, Mustafa Özer, İbrahim Boz size yardımcı olabilir.

SİNASOSLU BİR MÜZİSYEN: KOSTİ MELETİYADİS

Halk müzisyeni, zurnacı, halk ressamı ve komedyen Kosti Meletiyadis'i unutup ondan bahsetmemek olmaz. Bana anlattığına göre, çocukluğunda İstanbul'a gitmiş ve Unkapanı'nda akrabalarından birine ait bir havyarcıda çalışmaya başlamış. Oradan bir gemiyle gizlice İtalya'ya kaçmış, zurna çalıp resim yapmayı orada öğrenmiş. İtalya'nın Roma ve Venedik şehirlerinde dört beş yıl kalıp çıraklık yaptıktan sonra zurnayı, fırçaları ve boyalarıyla İstanbul'a geri dönmüş. Kosti, bana bunları çalması için düğünüme çağırdığımda anlatmıştı. Düğünde Kosti zurna, Taka Thodoros lira çaİacak, Evyenia Yeranopulu da tef çalıp şarkı söyleyecekti.

Kosti, babam Nikolaki Rizos'un hayranı ve taraftarıydı, beni de çok severdi. Köyde herkesi tanıyor, her şeyi biliyordu. Okul aşevini kurduğumuzda Kosti ile kalabalık ailesine yardım ettim. O zamanlar Sinasosluların düğünleri ve eğlenceleri bitmişti, artık yeni evler de inşa edilmiyordu, her aile babası evinin ekmeğini nasıl sağlayacağına bakıyordu. 1920'de yaptığım İstanbul yolculuğundan köye döndüğümde Kosti Meletiyadis'i göremedim. Öldüğünü söylediler. Çalışmakta olduğu komşu bir Türk köyünden, Orta-hisar'dan kötü durumda getirmişler, üç gün sonra da hayata gözlerini yummuş. Rahmetli altmışını aşkın olmalıydı.

Mükemmel bir müzisyendi. Bütün Sinasos türkülerini, İstanbul ve Atina'dan yeni gelen

Rum şarkılarını, Türk halk türküleriyle sanat müziğini, Türk ve Yunan şiirini çok iyi biliyordu. Çoğu zaman, çaldığı şarkının güftesine kapılarak zurnasını bırakır, liracı ve tefçi kızla birlikte şarkı söylerdi. Kosti ile grubu, çayırlarda yapılan şenliklerle kış geceleri evlerde yapılan eğlencelerden hiç eksik olmazlardı. Ancak Türk memurlar da, udla çalınan müziği tercih etmelerine karşın, eğlencelerine bazen onları da çağırırlardı. Müzisyenlerimizden hiçbirinin nota bilmediğini ve kilise müziğimizden tamamen habersiz olduklarını vurgulamalıyım. Meletiyadis, yetenekli müzisyen olduğu kadar yetenekli bir ressamdı da. Fırça ve renklere tutkundu, resim sanatının bütün türlerinde çok yetenekliydi. Bir tek ikonalarla uğraşmadı, o konunun uzmanı ressam Yor-gi'ydi. Fakat evlerin boyanmasıyla dekorasyonunda eline kimse su dökemiyordu. Baba evim gibi, bütün eski evleri boyayıp süslemiş olan Ca-lelli ressamla rahatça kıyaslanabilirdi. Maymu-noğlu'nun köşkünde, şalvarlı Sinasosluları halk oyunları oynarken gösteren bir freskini dünmüş gibi hatırlıyorum. Andonis Poligenidis'in evinde başka bir resmi; "Galata Limanı" vardı. Aynı şekilde, Hristo Kuçavi'nin evinin "iyi odasının" (salon) kapısının üzerindeki resimleri de hatırlıyorum. Küçük kareler içinde yaptığı bu resimlerden birinde, yağlı boyayla "Panayia Dağı"nın resmini çizmişti. Ev sahibesi Bayan Anastu'dan bu resmi rica ettim, o da eski köyümüzden hatıralarımızı muhafaza ettiğimiz Yeni Sinasos'un okulundaki müzeye koymam için bana verdi. Rahmetli Kosti, aynı zamanda mükemmel bir tiyatro komedyeniydi. Bütün tiyatro temsillerine katılır, rolünü çok güzel oynardı.

HACI BEKTAŞ VELİ VE HARALAMBOS HAZRETLERİ

Kapadokya! Şu çok bildiğimiz, gelip gittiğimiz "turistik" Kapadokya: Ankara'dan giderken Tuz gölünden itibaren, doğuda Erciyes dağının eteklerine, güneyde Ihlara vadisine, kuzeyde Hacıbektaş'a kadar tarihiyle, jeolojisiyle, meteorolo-jisiyle farklılaşan ve giderek bütünüyle yabancılaşarak içine kapanan bir medeniyet kadavrası. Bu diyarın hemen yanı başında bir bozkır köyünü mekân tutan Hacı Bektaş Veli, hemen burnunun dibinde "Ortodoksluklar" yapan bu Bizans emaneti medeniyetle acaba hiç ilgilendi mi diye aklımıza bir soru düştü. Cehalet işte! Hiç onun gibi yüzyıllar ötesini görebilen, halkına ve tüm âleme karşı bu kadar sorumlu ve bu kadar açık birisi hiç komşularına sırtını döner mi?!

Sonra kurcalayınca bilisizliğimizle beraber gerçek de ortaya çıktı, meğer Abdülbaki Gölpı-narlı hocamız "Vilayetname"de bakın neler anlatmış: "Hünkâr (yani Hacı Bektaş Veli), Kayse-ri'den Ürgüp'e gelirken yolda, Sinesos adlı bir Hıristiyan köyüne ulaştı. Hıristiyanlar, çavdar ekmeği pişirmişlerdi. İçlerinden bir kadın, başına bir tekne (hamur tahtası) almış, ekmek götürmedeydi. Hünkâr'ı görünce hemen tekneyi başından indirdi; "Derviş" dedi, "lütfen bir lokma al ye; bizim yerimizde buğday bitmez, ayıplama." Hünkâr bu sözü duyunca, "Bereketli olsun, çavdar ekin, buğday biçin; küçük hamur yapın, büyük somun alın" dedi. Şimdi o köyde halen çavdar ekerler, buğday biçerler. Küçük hamurları yapıp fırına atarlar, büyük somun çıkarırlar. Buğday ekerlerse çavdar olur, fakat çavdar ekince buğday biçerler. Gene bu yüzden o köydeki Hıristiyanlar, Hünkâr'ın oturduğu makamı ziyaret ederler, her yıl toplanıp gelirler, kurbanlar, adaklar getirip şenlik ederler."

Not: Bu metin, Evanqelia Balta'nın hazırladığı ve Ati-na'daki Küçük Asya Araştırmaları Merkezi tarafından 2004 yılında yayınlanan "Doğunun İncisi: Sinasos 1924" adlı albüm kitaptan yararlanılarak hazırlandı. Türkiye'deki yayın hakkı Birzamanlar Yayıncılığa ait olan kitabın Türkçe çevirisi Mayıs 2006 tarihinde yayınlanacaktı.

Günün Manşetleri için tıklayın
Çok Okunanlar
Hoş geldin kadınım Abdülhamitçiler, Osmanlıcılar, İslamcılar; nerdesiniz? 2007'den bizde kalanlar Bilimler ve Teknolojide "Yakınsama" Atatürk’ün söylemediği meşhur sözleri