Kazanmak mıdır her zaman önemli olan?

Anlamıyorum, neden herkes bu kadar tutkun sonu zaferle biten öykülere? Neden bütün

Anlamıyorum, neden herkes bu kadar tutkun sonu zaferle biten öykülere?
Neden bütün aşkların sonu mutlu evlilik olmalı? Ve neden bütün oyunlar galibiyetle sonuçlanmalı?
Başka türlüsü neden hep bozgun ve başarısızlık sayılmalı?
Savaşlar eğer zaferle bitmiyorsa utanca mı dönüşmeli hep? Kaybederken kazanılan yok mudur hiç? Ya da kazananın kayıp hanesini doldurup taşıran şeyler görmezden mi gelinmelidir?
Siyasette bütün mesele daha güçlü olmak mıdır illa ki? Birilerini köşeye sıkıştırmak mıdır mıdır amaç her zaman? Sandık kurulunca oyların çoğunu almak mıdır bütün mesele?
Gazeteyse en çok tiraj, televizyonsa en büyük rating demek midir başarı? En çok satmayan kitabın okuru ve yazarı mahsun mudur?
En az görülen doğal güzelliklerin boynu bükük müdür, devasa turizm merkezlerinin yanında?
Zafer kazanmadan yaşamak yok oluş mudur, çürümek midir, eriyip gitmek midir?
•••
Anlamıyorum, neden herkes bu kadar hayrandır güçlü, zengin ve lider olana?
Savaşta, ekonomide, işte, aşkta, sporda neden her zaman zafer kazananlara kucak dolusu övgüler dağıtılır? Ve yenilenlere ise birkaç kuru teselli kelimesi, ya da yenilgiyi yüzüne vuran cinsten tokat-tavsiyeler?
Neden dünyada ABD’nin bunca “doğal bağımlısı” vardır? Neden içerde iktidara hayran olmaktır en kolayı? Neden zengin ve şampiyon takımın taraftarı olmak daha çekicidir?
•••
Anlamıyorum bilgiç bir edayla bana “oyunun kuralları”nı anlatanları, oyunun kurallarını, oyunları, kuralları koyanları. Beni “herkes gibi” olmaya zorlayarak elime beyaz bayraklar tutuşturanları.
Direnmek istiyorum, bu kirli işgale karşı. Eski gücüm yok, biliyorum. Geçmişte yeldeğirmenlerine karşı savaş açmakta ikircime düşmezdim. Şimdi artık daha “mantıklı ve deneyimli”yim. Ve “tarihin akışı” gibi ezbere lafların da isabet menzilinde değilim artık maalesef.
Ama karamsarlığın ve geçmişi unutmanın bataklığa açılan bir yol olduğunu düşünüyorum. Teslim olmamak için hafızamı tazeliyorum zaman zaman.
İlkokulda yediğim haksız tokadın sıcaklığını hatırlıyorum. Lise duvar gazetesine düşen alınterimi. 16 Mart 1978’in ardından binlerce kişi önünde konuşma yaparken heyecandan bacaklarımın nasıl titrediğini. “Bu memleketi kurtarmak sana mı kaldı lan!” diyen küstah polisin sorgusunda, ona hak ettiği cevabı veremediğim için kendime darılmaya çalıştığımı. Yeşil gözlerinde biriktirdiği hiddeti “Ya dernek, ya ilişkimiz!” diye üzerime boşaltan o güzel sarışını terk ederken hissettiğim hazzı ve acıyı. İşkence tezgahına düşen arkadaşlarımın çığlıklarının binlerce kilometre öteden yüreğime saplanışını.
Sonra tüm bunları kalleş çipil gözlerle izleyen, bazen sırtıma hançerler vuran, bazen de “dostça öğütler” veren asalakları hatırlıyorum. Kazanılması gereken, ama bir türlü kazanılamayan mücadelelere girmediğinden dolayı kendini bilge ilan edip bana tepeden bakmaya yeltenen sürüngenleri. Ve yenilmekten bıktığı için artık “yenilenmeye” karar veren eski dostları.
•••
Bugünü düşünüyorum sonra. Sokaktaki, işteki, özel hayattaki haksızlıkları. Dünyadaki türlü adaletsizliği. Onlara duyduğum inatçı tepkiyi.
Spartaküs filmini her izleyişimde ve Şeyh Bedrettin Destanı’nı her okuyuşumda hissettiğim heyecanı.
Madem ki sonu zaferle bitmeyen bu mücadelelere kaptırıyorum bugün de kendimi, o halde “daha adam olamamak” pahasına hâlâ insanım demektir.
Sadece yıllar geçti. Ve ben biraz yaşlandım. Hepsi o kadar.

Havadan sudan... Ve komünizmden...
Yine göründü Moskova yolları. Ama bu kez ayağım geri geri gidiyor.
Nasıl gitmesin ki? Benim orada geçirdiğim 20 yıl içinde hiç böyle kötü hava yaşanmamıştı.
Sıcaklık 40 derece sınırında geziyor. Ben bu derecenin eksisini denemiştim, ama artısı gelmemişti hiç gündemime.
Bir de orman ve bataklık yangınları var. Kentlerin çevresini kuşatıyor, yaydığı sis bulutuyla adım adım ilerliyor; bir bakıyorsunuz, soluklanacağınız oksijen kalmamış.
•••
Şimdi Rusya bu yangınların esiri. 50’nin üzerinde insan yangınlarda kurban oldu. Yüzlercesi sıcak ve havasızlık kaynaklı sorunlar yüzünden öldü.
Moskova’da normalin 6 kat üzerindeki karbonmonoksit gazı olmasının, günlük ortalama ölüm istitastiklerini ikiyle çarptığı söyleniyor.
“130 yılın en büyük sıcakların görüldüğünü” vurgulayanı mı dersin, “kara bulutların nükleer tesislere yaklaşmasının doğuracağı felaketleri” anlatanı mı?
Birçok yabancı ve imkânı olan Rus Moskova’yı akın akın terk ederken, benim – bir haftalığına da olsa – oraya gitmemi kahramanlık mertebesinde değerlendiren şakalar da yatıştırıcı gelmiyor.
•••
Ne oluyor?
Rusya yanıyor. Eh, biz de Türkiye’de kavrulma sınırındayız. Avrupa’nın pek çok ülkesini yağmur ve sel götürüyor. Pakistan, Çin, Afganistan ve Hindistan’da sel ve toprak kaymaları, binlerce insanın ölümüne, on milyonlarcasının evlerini terk etmesine yol açtı...
Meteoroloji yetkilileri önümüzdeki yıllardan bahsederken de pek gülümseyemiyor.
Tüm bu kara tabloların içinde aklıma gelecekle ilgili büyük öngörüleri keyifle dinlediğim geçmiş yıllar geliyor.
•••
“Bilimsel komünizm”...
Leningrad Üniversitesi’nde en önemli derslerimizden biriydi bu. Bu adı taşıyan, tuğla kalınlığında bir ders kitabımız vardı.
Kitabın en sevdiğim bölümü, “Bilimsel komünizmin gelecekle ilgili beklentileri” başlığını taşıyordu. Bu beklentiler arasında “iklim koşullarının ve meteorolojik gelişmelerin denetim altına alınması” da vardı.
Komünizmde iklimi insanlar, yani onların komünist yöneticileri belirleyecekti.
Yağmur, kar, rüzgâr öyle gelişigüzel ortaya çıkmayacaktı. Belirlenen yer ve zamanlarda planlı olarak “üretileceklerdi”.
Bugün güneş! Yarın bir parça yağmur! Sonra istek üzerine iki saat lapa lapa kar! Sonra tekrar güneş! Gel keyfim gel!
Ah be, bilimsel komünizm!.. Yine aklıma düştün bugün... Hani şu sıralarda olsaydın hiç de fena olmazdı hani!

Göktaşı ve referandum
Referanduma bir ay kaldı. Siyasetçiler “finişe doğru” en iyi bildikleri şeyi yaparak ortamı gerginleştiriyorlar. Akıl ve soğukkanlılık bir adım geri çekilirken, suçlama ve hakaretler artıyor. En dikkat çekici şeylerden biri de, “evet” ve “hayır”ları tutmayan sağın sağ ile, solun da sol ile kavgası.
Bakıyorum farklı gazetelerde köşe yazarlarına, referandum yaklaştıkça “kamuoyunu yönlendirme sorumluluğu” altında bunalanlar az değil. Biliyorum, dünyaya doğru yaklaşan dev göktaşının yaratacağı felaketten bahsetmenin falan sırası değil şimdi. Her şey “12 Eylül’e endeksli”. Referandum sonrasında birçok sorunun ve hatta hayatın devam edeceğinden söz etmek bile “kalem hafifliği” veya “tepeden bakma ukalalığı” teşhislerine kapı aralayabiliyor…
Ama ya bu tekdüze siyaset sahnesini iyice anlamsız buluyorsanız ve iktidarın ucuz senaryolarından ve muhalefetin aciz çırpınışlarından usanmışsanız? “Seçmece yok” diyen uyanık manav hesabı iyisi ve kötüsüyle bir kilo karışık domates misali referandum paketini birlikte almaya veya reddetmeye zorlanmaktan yorulmuşsanız? Tavır belirleme ve oy kullanma ihtimalini tümüyle reddedip siyaset dışına taşma eğilimine girmeseniz bile, “gerçek demokrasi için evet/hayır” baskılarının gerisinde yatan sığ planlardan gına geldiyse?
Ya “kalem sorumluluğu” nun her aşamada militan bir üslup demek olmadığı görüşündeyseniz? Bütün köşe yazarlarından askeri disiplin içinde benzer referandum yazıları beklemenin okura saygısızlık olduğunu düşünüyorsanız? Bu gibi sıradan konularda sergilenebilecek ufak tefek demokratlık örnekleri, “tarihi 12 Eylül demokrasi savaşı”nın yanında çok mu hafif kalıyor acaba?

Günün Manşetleri için tıklayın
Çok Okunanlar
Hoş geldin kadınım Abdülhamitçiler, Osmanlıcılar, İslamcılar; nerdesiniz? Hafriyat Karaköy açıldı DOSYA: Kaypakkaya, devletin en çok korktuğu önderlerden biriydi Cam kırığının uğuru