Kim attı bizi kör kuyuya?

Dubleks F-tipi villamızda yedi metre yüksekliğinde dört duvarla çevrili beton “bahçemizde” günde iki saat yürürken, -kimileri volta atmak der, ben yürüyüş yapmak diyorum, bir saatte Çankaya’dan Kızılay’a yürüyebiliyor insan-, hep “beni buraya kim gönderdi?” diye sorup durdum kendi kendime. Hakan, Emre, ben konuşuyoruz, “kim kapattı bizi buraya arkadaş?” İşte yürürken, Çankaya’dan Kızılay’a, yani yürürken beton bahçede buldum bizi buraya kimin kapattığını: Carl kapattı; şu bildiğiniz, tanıdığınız, tanıdığınızı umduğum, son zamanlarda büyük entelektüel hukukçu, eşi bulunmaz feylozof diye yeniden piyasaya sürülen, kitapları, “eserleri” -eser demeli miyim bilmiyorum-, insanı çileden çıkaran “özlü sözleri” orda burda tartışılan Carl, Carl Schmitt yani.

***

Hatırladınız mı? Kimdir bu yılların ötesinden uzanıp bizi dışarıdan koparan bu adam?

Hadi canım, Herr Schmitt öleli yıllar oldu! Ne alaka, tarih sayfalarından çıkıp geldi de sizi kör kuyuya mı tıktı? 2. Dünya Savaşı yıllarında Hitler’e canla başla hizmet ettikten, bütün “hukuk felsefesi” abrakadabrasıyla Führer rejimini “meşrulaştıracak” makaleleriyle görevini bilhakkın yerine getirdikten sonra, ruhuyla, muhafazakar Think-Tank’lerin öğrenmek ve yaymak için harıl harıl çalıştığı “eserleriyle” buralarda geziniyor işte; bizi içeri tıkan da odur. Onun “fikirleri” hâlâ revaçta olmasaydı, kim bizi bu kör kuyuya atabilirdi ki?

İşte besbelli seviyorlar onu ve bizi de sevmiyorlar!

***

Ne diyordu Carl, siyaseti tanımlarken, şık bir manevrayla “siyaset” yerine “siyasi olan” demeyi tercih ediyordu. Siyasi olan da nedir? Siyasi olan, insanları alınması gereken zorunlu kararlar nedeniyle ikiye bölen o günün, o durumun kendisidir. Bir parça, kendisini mektupla Nazi partisine üye olmaya davet eden Heidegger’in “da Sein”ına benzer. “Böler” diyordu Carl daha açık olsun diye; “bir uçta dostlar bulunur, öteki uçta da, -öteki uç işte bizim dipsiz kuyudur örneğin-, düşmanlar.” Siyasi olanın temelinde bu dost - düşman ayrımı bulunur Carl’a göre. Carl Schmitt’i yeniden piyasaya sürenler de ne yapsınlar bu basit şemayı övebilmek için şu türden cümleler kuruyorlar hep: “Bu değerli yaklaşım, başka kimi kavramlarda olduğu gibi durudur, açıktır, basittir, kuşkusuz seksidir, çekicidir.”

Ne güzel, ne müthiş bir yumuşatmadır bu.

Dostu düşmanı bileceksin

Ama açık konuşalım, bu şema bütün siyasi sistemler için geçerli sayılıyor artık. Uyanık, kapıları hep açık tutmak isteyen Carl da, derin bir deha örneği olarak, “her zaman geçerli olabilecek geçerli durumu!” ifade edebilmek için derin bir öngörü ve entelektüel ferasetle ünlü eserinde “siyasetin tanımı” yerine “siyasi olanın tanımı”nı seçiyor doğal olarak. “Siyasi olan” alınan kararları, gücü, gerçek gücün kimde olduğunu bilerek seçilmiş pek ufuk açıcı, pek net bir ifadedir. Bu tanım sizi her şeyden önce sapkın “değer yargılarından” kurtaracak, rahat hareket etmenizi sağlayacak, her türlü “fikri zincirden” azade kılacaktır

Ne güzel!

***

Siyaset yerine siyasi olanı tercih etiğinizde doğal olarak Schmitt’in dost - düşman kategorilerine ulaşırsınız. Böylece dost da düşman da soyutlaşır; gereksinime göre seçilebilir, bir gün öyle bir gün böyle olabilir, önemli olan bu çatışmanın işe yaraması, insanların bir şekilde ikiye bölünmüş olmasıdır.

Schmitt halkı, ulusu bu şekilde “işe yarar”, amaca uygun bir şekilde karşı karşıya konumlandırır; “dost” “düşman” varsa “mücadele” de olacaktır kuşkusuz.

Peki dostun düşmanın kaçınılmaz olarak yanı başında bitiveren bu mücadele nasıl bir şey olabilir ki? Bunun nasıl olabileceğini pratik olarak kuşkusuz Hitler döneminin SS, Gestapo ve diğer organizasyonları, nihayet savaşın vahşeti içindeki Alman ordusu gösterdi; ama bir tanım, bir temel gerekmez mi?

***
Gerekir. Günlük yaşam savaşında zaten bir “mücadelenin” içinde olan insan, -dost tarafında ya da düşman saflarında bulunsun fark etmez-zaten bir savaşçıya bir militana dönüşmektedir; bundan sonrası kolaydır. O kolayca safını seçecek, düşman saflarındaysa, kaderin kederini paylaşacaktır. Peki bu mücadele nereye kadar? Nereye kadar giderse oraya kadar. Schmitt kemiksiz bir dille anlatır; mücadele, düzeni bozanlara yani “düşmana” karşı onu yenen veya gerekirse yok eden bir savaşa dönüşür: Der ki özetle, beni de bu deliğe tıkan Carl, “dost, düşman ve mücadele” kavramları her zaman uygulamada “öldürme” ihtimalini de içerdikleri için gerçek anlamlarına kavuşmaktadırlar.

***

Carl ve siyasi arkadaşlarına her zaman bir “düşman resmi” gerekir. O zaman Yahudiler ve ötekiler vardı. Şimdi de pekala başkaları bulunabiliyor. Carl Schmitt’e göre siyasetin amacı düşmanı “bertaraf” etmektir; çok zor durumda kalındığında bu bertaraf etme, düşmanların fizyolojik olarak ortadan kaldırılması anlamına da gelir. Bertaraf etmenin da bin türlü yolu var; öldürmek, kamplara tıkmak, kimi zaman derin bir kuyuya hapsetmek de buna dahildir.

İşte bu nedenle rahatlıkla söylüyorum ki, hiç kimsenin suçu değil, bizi bu kuyuya Carl hapsetti.

Olağan olması olur mu hiç olağanüstü

Ama bir konuyu daha açıklığa kavuşturmamız gerekiyor. Schmitt zamandan ve mekandan münezzehtir, tarih ötesidir; pek çok yardımcısı, yardakçısı, tarihçisi, savcısı, hakimi, kitapçısı, doktoru, doçenti bulunuyor; hala işbaşındadırlar. Onların ısrarla üzerinde durdukları savundukları bir başka kavram daha var ki o anlatılmadan, anlaşılmadan, yalnızca bu dost düşman kavramlarıyla bizim kanlımızı kavramak zordur. O konu da “Olağanüstü Hal” teorisi, sürekliliği lidere bağlı olan olağanüstü hal durumlarında liderin tartışılmaz meşruiyeti meselesidir. Der ki adamımız; “o aynı zamanda yargıçtır.”

***

Bu olağanüstü hal teorisi müthiştir. Almancasıyla, yani Carl Schmitt’in ana diliyle Ausnahmezustand, lider tarafından açıklanan, uygun sürelerle uzatılan yasaklar manzumesini anlatır. Bir ülkede ya da bir bölgede olağanüstü hal ilan edilirse, de jure ya da fiilen, de facto uygulanıyorsa, herkes bilecek ki olağan durumlar da teorik olarak varlıklarını koruyacaklardır. “Çünkü der Schmitt yaklaşık olarak, olağan durum yoksa olağanüstü nasıl olsun!” Schmitt’in destek ve gönül verdiği Hitler zamanında olağanüstü hal süreklilik kazandı; ama her defasında uzatıldı bu olağanüstü hal, yani olağan durumun teorik varlığını koruduğu da vurgulandı her zaman. Peki egemen gücün yeri nedir bu olağanüstü meselesinde?

O bu duruma karar verendir. Biri karar verecek kuşkusuz, vermesin mi?

***

Neden ve hangi egemen böyle kararlar verebilir? Bu sorunun yanıtı liderin gücü ile ilgilidir. Burada güç, “ausnahmezustand”ın kendisinden gelir. Bu Almanca kelime istisna ve durum kelimelerini birleştirir; lidere irade ve idare vehmeder. Böyle oldu. Pek çok insan da ilan edilmemiş ama fiilen varolan istisnai durum nedeniyle 7 metrelik kuyulara girdiler. Kim attı bizi kuyuya sorusunun yanıtı da açıktır; şu sıralarda revaçta olduğuna göre, Carl’dan başka kimi sorumlu tutalım? Evet, biliyoruz, kimi isimler aklımıza geliyor ama onların, artık kalıcı olan ‘ausnahme’yi istisnayı değil, normal durumu ‘zustand’ı yani özgürlüğü, demokrasiyi, barışı savunduklarını, temsil etiklerini duyuyor ve ne yapalım, inanıyoruz yürekten...

***

Kim attı bizi, Sırrı’yı, Demirtaş’ı, Kavala’yı, öteki kuyu sakinlerini bu kör kuyuya öyleyse? Carl değilse kim?

Günün Manşetleri için tıklayın
Çok Okunanlar
Şimşek’in Programı: İşsizlik, borçluluk, daha fazla yoksulluk Şimşek, ekonomi ve gerçek Dizi önerileri Ekonomik politikalar ve bütçe “Gurbeti ben mi yarattım?”