Kişisel bir yazı… Linç, ofansif mizah ve toplumsal travma üzerine

Kişisel yazılardan hoşlanmıyorum. Yazarken kalp çarpıntısı, nefes darlığı geçiriyorum. Bunalıyorum. Ne var ki, kişisel bir yazı bu. Kendimi yazmaya mecbur hissettiğim; buna rağmen kaleme almak istemediğim, peşi sıra gelen vahim durumları yaşamayı arzu etmediğim bir yerdeyim. Her defasında içimi deşiyorlar sanki. İfratın iliğimize işlediği bir toplumda, herkesin kumaşını az biraz belli ettiği bir yerde, sosyal medya denilen uçurumda bir anda her konunun uzmanı kesimin ahkam kestiği pencereden gelen salvoları savuşturmaya çabalarken buluyoruz kendimizi. Önceki gün hukukçu, dün dünyanın sayılı hekimlerinden, bugün mizah uzmanı diye kendini addeden insanların küfür, cinsiyetçi söylem ve her türlü taşkınlıkla birleşen söylemlerinden kurtulmak için sığınacak fare deliği arıyoruz. Ancak öyle bir yer yok. Önceki gün sanal aleme düşen bir stand-upçı hanım kızımızın (böyle yazdığım için bile, kızı sevimli göstermeye çalışıyorsun diye küfrü yedim!) gösterisine dair itiraz hakkımızı elimizden alan bir durumla karşılaştık. Öfkeni nefrete teslim etme, yakma, yıkma, yok etme derken sıklıkla toplumsal araza dönüşen linç olgusunun kucağında bulduk kendimizi. Evet; masumane bir şekilde (ki inatla böyle olduğuna inanmak istiyorum; tersini söyleyen çok sayıda arkadaşım olmasına rağmen) başlayan gösteri, beni de derinden yaralayan bir söyleme uzanıyordu.

Gelgelelim yazının ikinci kısmına… bir metnin tamamını okumadan yorum yapamazsınız. Bir romanı bitirmeden söz söylemek kısırlaşır. Bir filmin yarısını seyrederek konuşamazsınız. Bir oyundan alınan küçük bir parçayla da ‘bütün’e dair fikir sunmanız işe yaramaz. Ancak epizotlar/parçalardan oluşan bir gösterimde olayın nereden başlayıp nereye gittiğini az biraz kestirebilirsiniz. Parçayı bir kaç kere izlediğinizde kişinin yapmaya çalıştığı ‘mizah’a dair bir fikir oluşur zihninizde. Nexflix’te iki Ricky Gervais izleyip ofansif mizahın neliği üzerinde konuşma becerisini sunan kitleye karşı da bir şeyler söylemeye çabalarsınız. Ama sosyal medya o kadar kısır bir yerdir ki; harf sayısıyla sınırlandırılmış tweet atmaya çalışırken mesaj kutunuz dahil olmak üzere sayısız hakarete maruz kalırsınız. Sinir diye bir şey kalmaz bir süre sonra.Yine de makul çerçevede kalmaya çabalayarak bir şeyler söylemek istersiniz. O zaman burada yazayım: Ofansif mizah diye adlandırılan tür, özellikle 60’ların sonunda öncelikli olarak ‘yeraltı’ olarak nitelendirebileceğimiz bar/publarda başlayan, öncelikle orta sınıf ahlakını eleştiren bir izlekte çıktı karşımıza. Bir hayli ‘hard’, hatta zaman zaman özellikli olarak taşkınlığa varan uygulamalarıyla ilgi görmeye başladı. Mizahın konusu doğal olarak her şey olabilir, önermesinden hareketle pek çok genel ahlak kuralını hiçe sayan bir yerden baktı hep. ‘Çocuk taciz’ini konuşup evde gizli gizli çocuk pornosu seyreden kitlenin ikiyüzlülüğüne vurgu yapmayı amaçladı. LA’de bir pubda işi şiddete kadar vardıran gösterim biçimlerini de izlemiş biri olarak, amacının seyirciyi kışkırtmak, hatta izleyicinin karşılaştığı saldırıyla yaptıklarıyla yüzleşmesini sağlamak, genel geçer toplumsal tabuları yerle bir etmek olduğunu söyleyebilirim. Çok uzun yıllar ofansif mizah, öncelikle iktidara ve aygıtlarına, belli sınıfların ikiyüzlü tavrına yeri geldiğinde hakaretamiz bir üslupla saldırdı! Dolayısıyla bizim anladığımız, edebiyat derslerinde öğretilen ‘ironi’ sözcüğünün yavan kaldığı gösterimler çıktı ortaya. ‘Din’e dair saptamaları da cabasıydı. (Batıda, iktidar ve din ilişkisine dair eleştirilerin bu türle ortaya çıkmadığını biliyoruz. Bu bambaşka bir yazının konusu! Alımlama farkımız büyük!) Dolayısıyla türün öncelikle toplumsal egemenliğini, meşruluğunu sağladıktan sonra da, örneğin “siyahî” barlarda “siyah”ların içe kapalılığını, örgütsüzlüğünü öne alan, onları kışkırtmayı hedefleyen örneklerini sunmaya başladığını söyleyebiliriz. Ama bir süre önce Amerika’da siyahların gittiği bir bar kapısında oyuncunun birinin bıçaklandığını da eklemeliyim. Yani “ezilen”lerin hedef alınmasının arazları çıkıyor ortaya. Bize gelince her şeyi olduğu gibi ithal etmenin derin sancısını çekiyoruz. Sahne sansürden arındırılmış, steril bir alan değil elbette. Ama boş alan da değil. Hedef kitleni iyi bilmek, buna göre hareket etmek zorundasın. Kimi özellikli meslekler acemi ellerde berheva oluyor yazık ki. İki kurs, bir sertifika uğruna!

Gelelim alevilerin itirazlarına… Toplumsal olarak kendilerini ‘ezilen’ olarak addeden, zorunlu din dersinden cemevlerine kadar sayısız sıkıntıyla boğuşan, dahası hedef gösterilen ve kitlesel katliamlar yaşayan bir kesim var karşımızda. Aslında kendileriyle fıkraları dahil dalga geçen kesim, öncelikle böyle karanlık bir dönemde üstelik ‘içerden’ biriyle yine hedef tahtasına oturtulduğunu düşündü. Haksız da değiller! İşin katliama varan kısmı ise, açık söylemek gerekirse babasını orada yitirmiş bir evlat olarak beni yaraladı. Acıttı. Üzdü. Sinir uçlarımdan beynime kadar uzanan derin bir acı hissettim. Neden mi? Bunca yıldır hukuk ve vicdan zemininde inatla boğuşmaktan yorulup, nefret suçunun tam tanımının yapılmadığı, katliamın bir insanlık suçu olarak görülmediği bir yerde dört döndüğüm içindir. Yıkılacak o kadar tabu var ki. Oysa bizim yaralarımız çok taze, üstelik hâlâ kabuk bağlamaması için uğraşılıyor adeta. Dahası her geçen gün yeni bir olguyla karşılaşıyoruz. Hadi şimdi, sizin ‘düşünce özgürlüğünüz’ adına el ele tutuşup yaşanan katliama dair ironi yapalım, ediminden kusura bakmayın ama uzağız. İnsan olun demiyorum ama azıcık makul olun diyebiliyorum yalnızca. İşte bu nedenle ilk gün, ‘acemi ve beceriksiz’ stand-upçının mektubunda satır arasında, “Üzdüklerim olursa özür dilerim” cümlesini aradım! Keşke bir kaç cümle karalasaydı da iş sönümlenip gitseydi! Bulamadım. (Adını, yürütülen linç kampanyasından sonra özellikle korumak amacıyla yazmıyorum.)

Bütün bunlar, bir başka ikiyüzlülükle harmanlanıyor bir yandan da. Başka bir can acıtıcı yan da bu. Bir anda bunca yıldır bir katliamın üzerine yazıp çizmeyen birileri eleştiri odağını değiştirip, kolaycılığa kaçıp bir kızı linç etmeye uzanabiliyor. Oysa katliamdan sonra neler neler oldu? Tek tek yazmaya yirmi dokuz harf yetmiyor! Öte yandan sanki her şeyi o yapmış gibi. aralarında pek değerli avukatlar, vekiller filan kıza saldırıyor: Yargıya taşıyalım, cezasını çeksin! Hapisanelerde çürüsün! O da olmadı, asalım, keselim! Ama şunu unutuyorlar: Düşünceye düşünceyle karşılık verilir! Nokta!

Günün Manşetleri için tıklayın
Çok Okunanlar
Emniyet Genel Müdürlüğü’nün sınavı: Türkiye birincisi mülakatta elendi Mülakatı savunan bakanın eşine ‘yürü ya kulum’ denmiş! SGK vurgunundan eski bakanın hastanesi çıktı Selahattin Demirtaş'tan aylar sonra ilk paylaşım Yasak meşru değil, halk Taksim’de olacak