NO!

1973 yılında Şili’de darbe olduğunda, daha öncesinde görülmedik bir şiddetle karşılaştı halk, çünkü deyim yerindeyse toplumun önde gelen tüm insanları solcuydu ve iktidar, benzeri görülmedik bir şiddet uygulamaktan başka bu insanları bastıracak bir yol bulamazdı. Elbette darbenin mimarı net olarak CIA idi.

Pinochet de genel olarak Latin Amerika darbelerinin ortak özelliği olarak Amerika’nın kuklası idi. Ardından çok uzun baskı yıllarından sonra, Şili’de tam anlamıyla açık hiçbir seçim yapılmadı, bir toplum kendi geçmişini bastırmıştı, Avrupa’da ve bütün dünyada bir vicdan yarası olarak kaldı Şili, kanlı iktidar terörüyle değil yalnız, aynı zamanda bir halkın derin yaralarından gelen iniltiler görülemeyecek denli şiddetliydi. Daha da önemlisi, Petrol krizinden sonra yeniden yükseltilen sağ liberal tezler, daha 15 yıla kalmadan bütün dünyada yeniden anlamsızlaşmıştı.

Pinochet’yi normal koşullarda hiçbir demokratik ülkenin lideri savunamıyordu. Sonuçta Avrupa’dan gelen isteği ABD’de destekledi ve bu baskılar sonucunda Şili’de bir referandum yapılmasına karar verildi: Yıl 1988 idi, yani darbeden ve mutlak iktidar döneminden tam 15 yıl sonra. Ama bu sırada Pinochet bütün siyasi partileri sultası altında tutuyordu, halk içindeki hiçbir önder gerçek anlamda net ve birinci elden fikirlerini söyleyemiyordu, hatta sanatçılar da sanatlarını “özgürce” icra edemiyorlardı.

Bu koşullar altında referanduma gidildiğinde ipler gevşetilmek yerine daha da sıkılaştırıldı, muhalefetin baskısı ile değil, Avrupa ve ABD’nin baskısı ile muhalefete, yani “Hayır!” diyenlere sadece ve sadece devlet televizyonunda o da geç saatte, hükümet başkanının deyimiyle kendisinin uyuduğu saatte bir 15 dakika verildi. Her gün yayınlanacak program bir gün önceden kasetle televizyona veriliyordu.

Olasılık çok düşüktü: Devrimci ekibin başındakiler, eski bir sürgün olan devrimcinin oğluna gittiler. O da babasıyla sürgüne gitmişti, şimdi ülkesine dönmüştü, bitmiş bir evlilikten bir oğlu vardı, reklamcı olmuştu, halkın nabzını tutmak bu delikanlının işiydi. Kendisini arayan bir “komünist” idi ve korkuyordu, telefonlara dahi yanıt vermiyordu. Sonuçta işyerine bizzat baskın yapıp, oğul ile konuştular, ancak ve ancak 15 dakikalık filmlere danışmanlık yapmayı kabul etti. Korkuyordu, işinden olmaktan, oğluna bir zarar gelmesinden, kazandığı paralardan, şundan bundan korkuyordu.

Sonra devrimcilerin toplantısına katıldı ve onların hazırladıkları filmi seyretti: Bu olmazdı!

Şimdi iyi dinleyin artık filmi değil bizzat kampanyayı anlatacağım, bir siyasal propaganda dersi üzerine tartışma yapacağım:

Devrimcilerin hazırladıkları propagandaya bakıldığında ne görüyorsunuz? İşte darbeden sonra yapılan korkunç işkenceleri, güvenlik görevlilerinin öldürdükleri masum insanları, mahvolan insan hayatlarını… ama ister inanın ister inanmayın, halk bunları zaten biliyor ve bildiği için korkuyor. Eee, diğer insanlar da korkuyor, zaten bildikleri için korkuyorlar, bu durumda böylesi bir kampanya zaten yenilgi getirir, çünkü iktidar en büyük silahı meşruiyet değil ki tam aksine korku ve sindirme ve yalanlar üzerine kurulu vaatler.

Bu koşullar altında tartışma çıkıyor, reklamcının dediklerini kabul ediyorlar, çünkü kampanyayı yöneten devrimciler de kaybetmekten korkuyorlar. Ondan sonra, bir anlamda özgürlüğün şarkısı başlıyor:

Kendi irademe güveniyorum,
Aklıma güveniyorum,
Halkıma güveniyorum,
Özgür olmak istiyorum,
Özgürlüğümü tepe tepe iktidarın sultasına bırakmak istemiyorum,
Korkunç katliamların ve insan hakları ihlallerinin suç ortağı olmak istemiyorum,
Âşık olmak ve dans etmek istiyorum…

Sayıyorsunuz ve her birinin ardından dönemin bütün ünlü sanatçıları hep birlikte koro halinde “NO!” diyorlar, ama her birini de birisi söylüyor.

İktidarın yanına geldiğimizde tam anlamıyla şaşkınlar, çünkü bu ünlü sanatçıların hiçbirisi SI! şarkısını söylemek istemiyor.

Bu anlamda kampanyanın belirli bir dönüm noktasında, iktidar ‘Si’ kampanyasını bırakıyor ve ‘No!’ kampanyasına kara çalmaya çalışıyorlar, No meşrulaşıyor ve diğer taraf haline geliyor, ondan sonra da ise No’cular yollarından daha emin ve farklı bir Şili’nin alternatif bir Şili’nin tasavvurlarını, hayallerini ve arzularını anlatmaya başlıyorlar.

Sonuçta bu zulüm ve açlık düzeninde, iktidarın köpekliğine soyunan yandaşların sayısı yetmiyor, ama bu kez de iş bitmiş değil, çünkü değnek hâlâ iktidarın elinde ve iktidar seçimde hile yapmaya kalkıyor: No sayısını Evet, Evet sayısını No olarak açıklıyorlar. Sonrasında ise dışarıdan kuvvetler devreye giriyor ve askerler ile Pinochet toplantı yapıyorlar, kabul ettiriyorlar.

Şimdi bakın Türkiye’ye gelelim: Türkiye’de daha önce referandum yapıldığında, bizim siyasi iktidar bunun dersini aldığı için alçaklardan kurulu bir ödenek çıkardı ve alçaklar hep birlikte “Yetmez Ama Evet” diye bir zırıltı çıkardılar. İçlerinden koca koca insanlar, daha sonraları “kandırıldık” dediler.

Bugün de bunu tekrar yapmaya çalışıyorlar: Bizim siyasi iktidar akıllıdır, dünyadaki deneyimleri bilir ve onlardan ders çıkarır. ‘Hayır’ kampanyası için Türkiye’de sivil toplum içindeki aydınlar, belirli bir proje halinde, birlik bütünlük halinde ve halka giderek bir kampanya yapmıyorlar ki! Aksine arpalığı alan, yalanın dibine vurup, kendince bir ‘Evet’ kampanyasının son deliği olacak açıklamalar yapıyorlar.

Türkiye’de bütün muhalefetin sesi, anlamlı bir koro haline gelmediği için ve bütün mikrofonlarda kontrol altında tutulduğu için, sadece ve sadece iktidarın sesi duyuluyor. İktidar inanılmaz tuhaf şeyler söyledikçe, inanılmaz boyundan büyük laflar ettikçe, ne oluyor: Başka ses yok, meydanlarda onlar yankılanıyor, onun yanında milyonlarca olup bitenin farkında olan insan sosyal medyada tuhaf şeyler yazıyorlar, alay ediyorlar, yetmedi yurtdışına çıkıyorlar, yetmedi acı çekiyorlar, yetmedi nefret ediyorlar.

Sonuçta, anlamlı ve uyumlu bir ses haline gelmeyince, meydanlarda hâlâ iktidarın sesinden başka ses de duyulmuyor. Kampanya mı yapacaksınız, o zaman sesinizi akort ettirin ve elinizde bir strateji olsun. İktidar sizi muhatap alıp, size yanıt verdiği an ise kampanyanın dönüm noktası olacak, sonrada tepetaklak gidecekler!

Günün Manşetleri için tıklayın
Çok Okunanlar
Cannes jürisinde Ebru Ceylan da var Ertan Saban'ın Atatürk'ü canlandırdığı filmden ilk kareler Silik parçalar 43. İstanbul Film Festivali'nin ödülleri sahiplerini buldu Dünya Dans Günü’nde dansa davet: Bedenini dört aç