Nuri Bilge Ceylan’la, Paris’te

Fransa’da bilindiği gibi Türk Mevsimi etkinlikleri başladı. Nuri Bilge Ceylan bu etkinliklerde önemli bir yere sahipti. 7. Paris Sinema...

Fransa’da bilindiği gibi Türk Mevsimi etkinlikleri başladı. Nuri Bilge Ceylan bu etkinliklerde önemli bir yere sahipti. 7. Paris Sinema Festivali’nde Ceylan’ın tüm filmleri gösterildi. Ayrıca Belediye Sarayı’nda Paris Belediye Başkanı  Bertrand Delanoe Ceylan’a, Büyük Vermeille Madalyası verdi. Bu madalyayı daha önce Oliver Stone ve David Cronenberg gibi ünlü yönetmenler de almış. Belediye Sarayı, Avrupa saraylarından bildiğimiz bütün şaşaaya sahipti. Büyük freskler, kabartmalar, heykellerle dolu sarayda önce Belediye Başkanı Delanoe bir konuşma yaptı. Delanoe dar kesim pantalonuyla sıra dışı bir politikacı görünümündeydi. Başkanın konuşması sırasında festivalin başkanlığını da yapan ünlü oyuncu Cahrlotte Rampling de bütün zarafetiyle hazır bulunuyordu. Delanoe, öncelikle Ceylan’ın çok yönlü sanatçı kişiliğini övdü. Fotoğrafçı, oyuncu, senarist ve yönetmen olarak kendisini ne kadar etkilediğini söyledi. Türkiye için de övgü dolu sözler söyledi ama özenle Türkiye’nin AB üyeliğine destek veren bir söz söylemekten de kaçındı. Ceylan’ın ödülü aldıktan sonra yaptığı konuşma çok güzeldi. Öncelikle yıllar önce beş parasız bir şekilde Paris’e gelişinden, garlarda ve parklarda yattığından söz etti. O günlerde ilerde böyle bir konuma geleceği söylense kesinlikle inanmayacağını ekledi. Fransa’nın sinemaya verdiği desteği övdü ve Fransa’nın çok özel bir sanat ülkesi olduğunu ve sanat sinemasının son kalesi olduğunu belirtti. İlk sanat eğitimini de Fransa’ya yaptığı o ilk yolculukta ziyaret ettiği müzeler ve galerilerde aldığını ifade etti. Kendisinin bazı ülkeler hakkında sahip olduğu önyargıların sinema sayesinde yıkıldığını ve sinemanın Fransa ve Türkiye arasında da bir yakınlaşmaya neden olacağını umduğunu ifade etti. Ayrıca başkanın kullanıma soktuğu ve isteyenin kullandıktan sonra istediği yerde bırakabileceği bisikletlerin Paris’e büyük bir hizmet olduğunu, daha önce yer altında metrolarda gitmek zorunda kalmışken bu kez bisikletle Paris’in keyfini çıkardığını söyledi. Bu uygulamadan Parisli otomobil kullanıcıları meğerse çok rahatsızmış. Dolayısıyla bu sözlerin Delanoe’yi özellikle keyiflendirdiğini tahmin etmek zor değil. Ceylan, o sırada salonda bulunan Reha Erdem ve Seyfi Teoman‘a bakarak, bu ödülü onların nezdinde tüm Türkiyeli sinemacılar için aldığını söyleyerek sözlerine son verdi.  

Ceylan’ın başrolünde olduğu bir diğer etkinlik de MK2 sinemalarında yapılan söyleşiydi. Liberation gazetesinin sinema eleştirmeninin yönettiği söyleşiye oyuncu ve senarist Ercan Kesal da katıldı. Bu konuşmadan aldığım notları bir bütün olarak vermeye çalışacağım. Yazdıklarım birebir Ceylan’ın söylediği cümlelerin aynısı olmayacak dolayısıyla ama özünde bir yanlışlık olmadığını umuyorum. “Filmlerim otobiyografik sanılır ama aslında değildirler. Uzun süre küçük kasabalarda yaşadım. “Üç Maymun”dakine benzer bir aileyi tanıyorum. “Üç Maymun”un içerdiği temalar benim için hep çok önemliydi. Ama bu temalara el atabilecek kadar yetkin görmüyordum kendi sinemacılığımı. Film, davranışlarımızın ve düşüncelerimizin ardında neler yattığıyla ilgili. Sadece aile içinde değil bütün ilişkilerimizde kendimizi kandırma potansiyelimiz var. Var olmak için büyük bir güç savaşı içindedir herkes. Arkadaşlar arasında da böyledir. Sartre “her iki insan arasında bir kavga vardır” der.

Bir senaryoyu tek başına yazmak zor bir iş. İnsanın konsantrasyonunu koruması çok güç. Kolektif bir yazım süreci konsantre olabilme yeteneğini çok artırıyor. Tek başına bir fikrin filmde çalışmayacağını anlaman çok güçtür. Ama başkalarıyla birlikte yazıyorsan bunu hemen anlarsın. Ercan ve Ebru’yla günde 6 saat sürekli çalışabiliyorduk. Ercan’ın doktor olarak yaşadığı deneyimlerin ve Ebru’nun kadın bakış açısının çok katkısı oldu.

Politikayı merkeze alan bir sinema yapmıyorum. Her film politiktir denir. Ama politik sinema diye de bir şey var, bir fark var yani. Tabii ki filmden politik sinema olarak adlandırılmayacak filmlerden de bir politik mesaj çıkabilir, film politik göndermeler içerebilir. Çehov ve Dostoyevski politik değildir ama Gorki politiktir. Ama Çehov insanı anlamaya çalışırken politik bir şey de çıkar. O başka bir şey. Dostoyevski’nin en politik romanı olan “Ecinniler” (Cinler) için de politikayla ilgilenen insanı anlamaya çalışan bir eser derim, politik bir eser demem.  “Üç Maymun”daki Servet adlı politikacının partisini belli etseydim tartışma başka bir yöne kayacaktı. Ben dışsal olanı, dışsal tutamakları görünmez kılmaya çalıştım. Kolaycı tartışmalara ortam sağlamak istemedim.

Gençliğim suçluluk duyguları  içinde geçti. Başkalarından farklıydım ve kendimi eksik buluyordum. Boğaziçi’ne gelmeden önce iki sene en politik okullardan biri olan İTÜ’de okudum. Kitleleri harekete geçiren şeyler beni harekete geçirmiyordu. Beni heyecanlandıran şeyler de başkalarını  etkilemiyordu. Bu nevrozu felsefe, sanat ve tarih gibi başka aşkın değerlerle evcilleştirmem gerekiyordu. Büyük bir yalnızlık duygusu içindeydim. İlk etkilendiğim sinemacı Bergman’dı. “Sessizlik”i izlediğimde hasta olmadığımı düşünmeye başladım. Benim gibi hisseden başkaları da vardı. Benzer ruhlar vardı. Bence Bergman karamsar değildi, filmi beni olumlu etkilemişti.

Film yapmaya askerlikte karar verdim. Çeşitli maceralar ve gezilerden sonra istekle gittim askere. Bana çok iyi geldi. Boğaziçi Üniversitesi’nin yalıtılmış atmosferinden sonra ülkemin farklı renklerini taşıyan insanlarıyla birlikte oldum. Sonra sinema okudum ama pek bir faydası olmadı çünkü pratik yapma imkanımız yoktu. Bir arkadaşımın kısa filminde oynadım ve sonra o filmin çekildiği kamerayı satın aldım. Sinema korkutucu, üşendirici ayrıntıları olan bir sanat ama başlarsan gidiyor bir şekilde. Yalnız olmak zorunda yaratıcı. Yalnızlığı göze almadan sinema yapmak mümkün değil.

Artık 35mm çalışmayı aptalca buluyorum. Çok pahalı ve üstelik 35’le yapabileceğiniz her şeyi dijitalle de yapabiliyorsunuz. Gren istiyorsanız gren de katabilirsiniz.

“Mayıs Sıkıntısı”, “Kasaba”da yaptığım hataları giderme denemesi gibiydi. “Kasaba”yı ilk seyrettiğimde filmin işlemediğini düşündüm. Seyrederken koltukta kaybolmuştum neredeyse. “Uzak”ta da şehirde film çekme meselesinden çok korkmuştum. Bu filmleri bir tema üzerine çeşitlemeler olarak görmek mümkün. “Uzak”tan sonra özgürleştim. Kendimi sinemacı olarak yetkin hissettim. Fotoğrafa geri dönme isteği de böyle oluştu.

“Üç Maymun” da oğlun annesini tokatlaması sırasında ezan sesinin duyulması, günah duygusunu artırmak, oğlun çektiği suçluluk duygusunu vurgulamak içindi. Burada şiddete maruz kalan annenin değil de uygulayan oğlun acısını vurgulamak, belki erkek olmamla alakalıdır. Ama her filmin herkese eşit davranması beklentisi, eleştirmenlere gör bir şey. Ayrıca ezan sesi diye bir şey hayatımızda var. Böyle tesadüflerin bir araya gelmesi mümkün ve hayatta olan şeyler.”

Özetle Ceylan söyleşide bunları söyledi. Oldukça bilgilendirici ve keyifli bir söyleşiydi kısacası.

Günün Manşetleri için tıklayın
Çok Okunanlar
Hoş geldin kadınım Ergenekon tuğlasından Gomidas Vardapet heykeli Abdülhamitçiler, Osmanlıcılar, İslamcılar; nerdesiniz? Atatürk’ün söylemediği meşhur sözleri Lejyon etkisi