Charlie’nin Melekleri: Pop feminizm kurbanı

Pop feminizm dediğimiz tanımı Kate Perry, Beyonce, Miley Cyrus gibi isimlerin başı çektiği akım olarak düşünürsek, bu akım gerçek feminizme fayda sağlamaktan ziyade, kadın hakları için verilen mücadeleyi kapitalizmin hızlı tüketilen lüks malzemesi haline getirmekte. İşte bu film de buna malzeme olmuş

1970’lerin televizyon hitlerinden Charlie’nin Melekleri dizisinin kurguladığı dünya 2019 yılında her orijinal unsuru ile tepetaklak edilerek üstelik politik doğruculuğun sinemayı ne kepazeliklere yancı yapabileceğinin bariz örneği olarak vizyona girdi.

1976 ve 1981 yılları arasında 5 sezon devam etmiş olan bu ABC dizisi, Türkiye’de tek kanallı TRT döneminde 1977’de yayınlandı. Dolayısıyla çoğumuz bu diziyi nostaljik duygularla hatırlıyoruz. Ardından 2000 yılında Cameron Diaz, Drew Barrymore ve Lucy Liu melekleri ile bu dizi sinemaya uyarlandı ve gişede oldukça başarı sağlayınca da 2003’te devam filmi hemen ardından geldi. Seriyi yeniden canlandırma ve reboot yani yeniden başlatma iddiasıyla Charlie’nin Melekleri Elizabeth Banks’e emanet edildi. İlk yönetmenlik deneyimini Pitch Perfect 2 filmi ile yapan Banks, gişede 287 milyon hasılat yakalayınca Hollywood onu projelere boğdu. Ancak Banks, 2019 model Charlie’nin Melekleri filmini gişede batırmış gözüküyor.

Ah İstanbul

Tutunacak orta karar bir hikayesi bile olmayan bu film, farklı ülkelere amaçsızca giden aksiyon sahnelerini ardı ardına yerleştirmiş ve bu duraklardan biri olarak da İstanbul’u seçmiş. Bu güzelim şehri gene heba etmişler diyebilirim. Türkiye’de de aksiyon film çekil(e)mediği için bu şehrin bu türe ne kadar yakışacağını bir türlü göremiyor kimse. Dedim ya filme dair özel olan her şeyi değiştirmişler, mesela normalde silah kullanmayan melekler silahlandırmış, Charlie ile melekler arasındaki Bosley karakteri artık bu organizasyonun bir kademesi olarak konumlandırılmış yani dünya çapında yüzlerce Bosley ve ona bağlı melekler şeması çizilmiş ve bu organizasyon fazlasıyla küreselleştirilmiş.

Über politik doğruculuk

Filmin çakılmasının başlıca nedeni kadın seyirciyi bile rahatsız edecek yapay feminist hamleleri, ‘kadın her şeyi yapar’ söylemini karikatürleştirmesi. Yönetmen Elizabeth Banks sanki önceden kendisine -güçlü kadın- başlıklarını içeren bir liste hazırlamış ve bu başlıkları sırasıyla filme yerleştirmiş gibi. Her ne kadar yönetmenin kadın dayanışması hesabını yüce gönüllü bir gerekçe olarak varsaysak da filmin politik doğruculuk damarı abartılınca tüm mesele sunileşmiş. Charlie’nin kadın olarak konumlandırılmış olması ise tam bir felaketti. Bütün bunlar aslında yükselen pop feminizm trendinden kaynaklanıyor hatta filmdeki vegan göndermeler de buna dahil. Önemli mücadeleler verilen bu hareketlerin içini Hollywood bir yanıyla konulara dikkat çekip fayda sağlarken bir yandan da içini boşaltıyor ve esas mücadele verenlere de zarar veriyor. Pop feminizm dediğimiz tanımı Kate Perry, Beyonce, Miley Cyrus gibi isimlerin başı çektiği akım olarak düşünürsek, bu akım gerçek feminizme fayda sağlamaktan ziyade, kadın hakları için verilen mücadeleyi kapitalizmin hızlı tüketilen lüks malzemesi haline getirmekte. İşte bu film de buna malzeme olmuş.

Havalı olmayan havalı oyuncu

Nitekim filmin ismi ve oyuncuları, insana ister istemez tam hafta sonu akşamı sinemada izlemelik havalı bir film diye düşündürse de, popüler havalı yıldızlardan olan Kristen Stewart ismi heyecanlandırsa da durum öyle değil. Stewart filmin hiç bir saniyesine dahil olamamış, kafası başka yerlerde gibi dağınık ve isteksiz bir performans göstermiş. Bir oyuncu nasıl bu kadar kötü oynayabilir şaşırdım doğrusu. Ve düşünün bu kadar kötü olmasına rağmen filmin komedisi bu karaktere yüklenmiş ve sonuç tam bir fiyasko olmuş.

***

Kadın yönetmenlerin en iyi filmleri

BBC Culture hemen her sene dünyadan film eleştirmenlerinin katılımı ile geniş çaplı farklı başlıklarla sinema anketleri düzenliyor. Benim de bu sene üçüncü kez katıldığım bu anketlerin sonuncusu geçen hafta yayınlandı; Kadın Yönetmenlerin En İyi 100 Filmi isimli bu anket için hazırladığım 10 filmlik listeyi paylaşıyorum. Bunun dışında ilk 25’e giren rahmetli Larisa Shepitko’nun The Ascent isimli filmi hakkındaki yazımı da ilgili siteden bulabilirsiniz.

Bu anketten çıkan sonuca göre ise en iyi ilk beş film şöyle;

The Piano (Jane Campion, 1993), Cléo from 5 to 7 (Agnés Varda, 1962), Jeanne Dielman 23 Quai du Commerce 1080 Bruxelles (Chantal Akerman, 1975), Beau Travail (Claire Denis, 1999), Lost in Translation (Sofia Coppola, 2003)

1- Open Hearts (Susanne Bier, 2002)
2- The Ascent (Larisa Shepitko, 1977)
3- Lost in Translation (Sofia Coppola, 2003)
4- Fish Tank (Andrea Arnold, 2009)
5- Sisters, or The Balance of Happiness (M. von Trotta, 1979)
6- Cleo from 5 to 7 (Agnés Varda, 1962)
7- American Psycho (Mary Harron, 2000)
8- Ratcatcher (Lynne Ramsey, 1999)
9- Beau Travail (Claire Denis, 1999)
10- The Meetings of Anna (Chantal Akerman, 1978)

Günün Manşetleri için tıklayın
Çok Okunanlar
Ertan Saban'ın Atatürk'ü canlandırdığı filmden ilk kareler Yaklaşık 100 yıldır kayıptı: “Bayan Lieser'in Portresi” 32 milyon dolara satıldı Irmak Ayoğlu, “Yüzleşme” şarkısının klibini yayınladı Bozulan organlar Bi'Dünya Şiir yola çıktı