Cumhur İttifakı’nın reform açmazı

AKP’nin iktidara geldiği 2002’de bugünkünün tam tersi, çok elverişli bir ortam söz konusuydu. George Bush’un Ortadoğu’yu işgal planının şekillendiği, o dönem egemen olan Neokonlar’ın Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi’nin demokrasi, insan hakları, özgürlükler sosuyla “insani müdahale” aldatmacasını empoze ettiği bir dönemde, “Müslüman demokrat” etiketli, BOP’un eşbaşkanlığına talip AKP modeli, emperyalizmin ihtiyaçlarına tam denk düşüyordu.

Tayyip Erdoğan siyasi kariyerinin belki de en zor döneminden geçiyor. Cumhur ittifakının toplumsal desteği giderek geriliyor. Fiili koalisyon ortağı MHP ile dengelerin korunması, ortak bir dil tutturulması gün geçtikçe zorlaşıyor. Ne var ki asıl sorun, “ekonomide, hukukta reform” iddialarının içini doldurabilmek için dış aleme çizilecek imajla iç kamuoyuna da hitap edebilecek bir söylemin asla bağdaşmaması. Dış politikada kendini dayatan bir kulvar değişikliği yapabilmek için gereken Batıcı, liberal, uzlaşmacı dil, üslup ile iç politikada büzülen tabanını bir arada tutmak için zorunlu milliyetçi ve ümmetçi mesajların birbirini dışlaması...

2002’DEKİ ELVERİŞLİ KONJONKTÜR

Hatırlayalım AKP’nin iktidara geldiği 2002’de bugünkünün tam tersi, çok elverişli bir ortam söz konusuydu. George Bush’un Ortadoğu’yu işgal planının şekillendiği, o dönem egemen olan Neokonlar’ın Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi’nin demokrasi, insan hakları, özgürlükler sosuyla “insani müdahale” aldatmacasını empoze ettiği bir dönemde, “Müslüman demokrat” etiketli, BOP’un eşbaşkanlığına talip AKP modeli, emperyalizmin ihtiyaçlarına tam denk düşüyordu. Benzer şekilde, avroyla tek paraya yeni geçmiş, imzaladığı Gümrük Birliği’ni doğrudan yatırımlar ve finans ile derinleştirecek Türkiye pazarına tam nüfuz etmek, ülkenin ucuz işgücü havuzundan yararlanmak isteyen AB için de Avrupacı, piyasacı, Kemalizm-devletçilik ideolojisini mahkûm etme iddiasıyla yola çıkan siyasal İslam’ın bu otantik temsilcisi, üzerine oynanacak cazip bir at gibi görünüyordu.

AKP’nin aynı mesajları, özgürlük deyince ilk aklına başörtüsü konusunu getiren muhafazakârlardan kendi özgün temsilcisiyle kabuğunu kırmayı umut eden Anadolu sermayesine, Kemalizmle hesaplaşmak için siyasal İslam’ı en elverişli aktör olarak gören liberallere, 28 Şubat’ın hatıraları henüz taze iken böyle kırılgan bir özneye kolay ayar veririm varsayımıyla sıcak bakan TÜSİAD’a kadar geniş bir yelpazede karşılık buluyordu.

Üstelik AKP’nin iktidara geldiği günlerde ekonomik koşullar da alabildiğince elverişliydi. Kemal Derviş komutasında uygulanan IMF destekli Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı kemer sıkma yoluyla makro dengeleri sağlamış, liranın devalüasyonu sonucunda ucuzlayan işgücü ihracatta bir kalkış dinamiği yaratırken her türlü finansal ve reel varlık da yabancı sermaye için kelepir hale gelmişti. Teknoloji balonunun patlaması, arkasından 11 Eylül saldırısı sonrası hüküm süren düşük faiz, bol likidite ortamı uluslararası piyasalardan “elverişli” bir finansman olanağı sağlamıştı…

Bugün ise aşağıda ayrıntılarıyla ele alacağımız gibi, Saray rejiminin reform atılımı stratejisi bağlamında içeriyle dışarının önceliklerinin tamamen ayrıştığı bir konjonktürden geçiyoruz.

ASKERİ OPERASYONLARDA AŞIRI GENİŞLEME

Türkiye; Somali, Katar gibi ülkelerdeki askeri varlığı bir yana bırakılsa bile, Suriye, Libya, Doğu Akdeniz ve Azerbaycan gibi 4 ayrı çatışma bölgesinde boy gösteriyor. Söz konusu her bir sahada, daha donanımsız, yetersiz organizasyon kapasitesine sahip rakipler karşısında az çok askeri gücünü kanıtlamış da olsa, stratejisi üç nedenle tıkanmış görünüyor. Birincisi, dış politikasının neredeyse tamamen iflas noktasına gelmesi, diplomasinin gerektirdiği ittifakları neredeyse hiç kuramamış olması. Ciddi ekonomik ve başta S-400 sistemi askeri bağlantılar geliştirilmiş Rusya ile sayılan 4 coğrafyada da karşı saflarda yer alınıyor. Suudi Arabistan ve BAE başta gelmek üzere Körfez İşbirliği Konseyi ülkeleriyle de tamamen ters düşülmüş durumda. Yeni Osmanlıcılık emelleri ve ısrarla Müslüman Kardeşler türevlerine oynama taktiği Ortadoğu ülkelerinde tam bir başarısızlığa uğramış görünüyor. İkincisi, askeri operasyonlarda kurmay fonksiyonları üstlenip, cepheye Cihatçıları sürmeye dayalı, yaygın kullanımla vekalet savaşı taktiği dünyada iyice yalnızlaşmayı getiriyor. Özellikle başlangıçta Suriye’de “ılımlı İslam” etiketi altında cihatçılarla iş gören ABD ve Avrupa bu sevdadan çoktan vazgeçtikleri gibi, artık bu tasarımın bütün faturasını Türkiye’ye çıkarmayı tercih ediyorlar. Üçüncüsü, “overstrech” denilen, bir gücün altından kalkabileceği potansiyelin ötesinde genişlemesi olgusuyla karşılaşılıyor. Ekonomik koşulların da kötüleşmesiyle bir ölçüde Katar tarafından finanse edilen askeri maceralar bütçe üzerinde katlanılamaz bir yük oluşturuyor.

Geriye tek çare NATO ve Batı ittifakıyla ilişkileri yeniden kurgulamak , moda ifadeyle “reset” etmek kalıyor. Trump’ın seçimi kaybetmesiyle biraz gecikmeli de olsa Biden’a tebrik mesajı yollandı. Daha dün “Ey Hans! Ey George!” diye seslenilen Avrupa ülkelerine karşı da daha yumuşak, itidalli bir dil kullanılıyor. Alman fırkateyni Hamburg’un Türk bandıralı yük gemisi Rosaline A’yı durdurup arama yapması karşısında dahi düşük profilli bir tepki gösterildi. Ancak Biden ile mesai yapmak Trump ile olduğundan farklı bir tarz gerektirecek. Sürecin daha çok diplomatlar eliyle yürütülmesi tercih edileceği için kişisel diyaloğa dayalı uygun bir ortam beklenmemeli.

Ayrıca bundan böyle Ortadoğu’da da işler demokrasi, özgürlük söylemini öne çıkararak yürüyecek. Nitekim PKK sözcüleri Karayılan ve Bayık ABD’yi demokratik bir güç olarak gördüklerini beyan edip Biden’a göz kırptılar. Demokrasi, çevre ve kadın hakları konusunda Öcalan çizgisinde Biden ile benzer duyarlılıkları paylaştıklarını açıkça ifade ettiler. Yeni dönemde “kullanışlı ortak” statüsünü kazanmak için, hem ABD’ye karşı böyle iltifatkâr bir söylem tutturmak hem de PYD-PKK ekseniyle ilişkileri yeni parametreler ışığında şekillendirmek gerekecek. Aynı şekilde AB ile Türkiye’ye yaptırımların da görüşüleceği 10-11 Aralık zirvesi öncesinde ilişkileri yumuşatmak zorunlu. Tayyip Erdoğan’ın AKP’nin ilk döneminde gözlemlenen “emperyalizme sadakat” çizgisine dönmesi tümüyle imkânsız değilse de, hem koalisyonu bir arada tutmak hem de milliyetçi, mezhepçi keskin mesajlarla beslenen tabanın nabzını elden bırakmamak kolay görünmüyor…

GEZİ KORKUSU İTTİFAKI

Cumhur İttifakı aslında ortak paydalardan ziyade, iç ve dış düşmanlar paranoyası, güvenlik kaygısı üzerinden şekillenen bir birliktelik. Kürtler, Aleviler, laik yaşam tarzına sahip kesimler, eğitimli kesimler, kendi ayakları üzerinde duran kadınlar, hakları için yollara dökülen emekçiler, örgütlü toplumu temsil eden meslek odaları husumet duyulan başlıca özneler. Bir anlamda Cumhur İttifakı, Gezi İsyanı bileşenlerinin önüne set çekme refleksi üzerinden yükselmiş kabul edilebilir.

Hatırlanırsa Bahçeli 2014’te, ne pahasına olursa olsun zeminini genişletmeye kararlı Kılıçdaroğlu’yla zaten sonradan MHP’den milletvekili seçilen sağcı bir cumhurbaşkanı adayı üzerinde uzlaşarak, bir anlamda bu misyonunu, Gezi İsyanı’nın enerjisini soğurarak icra etmişti. Nitekim Gezi Ruhu diye de adlandırılan bu dinamik 2015 genel seçiminde barajı geçmesi için HDP’ye yönelen destekle, 2017 Adalet Yürüyüşü’nde, en belirgin biçimde de 2019 yerel seçimlerinde kendini hissettirdi.

2016 Fetöcü Darbe Girişimi, MHP’ye devletin bekasını koruma misyonunu öne çıkararak AKP’ye omuz verme fırsatı yarattı. Bu sadece parlamenter bir zeminde değil, güvenlik aygıtı içerisinde ve bürokrasideki kadroların da seferber edilmesiyle kurulacak bir ittifaktı. Tabii ki bir dolu tavizleri, talepleri, pazarlıkları beraberinde getirerek…

MHP Soğuk Savaş döneminden miras kalan Çin, Rusya alerjisini, tabanını Turan ideali, Kırım ve Doğu Türkistan’dakiler dahil dış Türkler üzerinden konsolide etmek tarihsel refleksini askıya alarak, Erdoğan’ın Batı’yı Avrasya blokuyla dengeleme stratejisine yamanacaktı. Buna karşın yeni bir Kürt açılımının önünü kapatan mührü elinde tutacaktı. Çakıcı’nın tahliyesinin ardından Bahçeli’yi ziyaret etmesi, ve hemen sonrasında Ağar-Eken-Alan gibi “derin devlet” temsilcileriyle Bodrum’da buluşma görüntülerinin kamuoyuyla paylaşılması nasıl bir ilişkiler ağının yürürlükte olduğunun açık bir ifadesi kabul edilebilir.

Güven Gürkan Öztan’ın dünkü yazısında isabetle işaret ettiği gibi, daha çok liberallerin rağbet ettiği AKP’nin MHP tarafından esir alındığı için demokratik adımlar atamadığı tezi gerçeği yansıtmıyor. Ancak bu söylem Erdoğan’a aslında demokratik ve hukuksal reformlara meyilli, aşırı milliyetçilikten ve mafya bağlarından rahatsız, ılımlı bir profil çiziyor. Bahçeli’ye de olduğundan fazla bir güç biçilmiş oluyor. Muhtemelen bu durumdan ikisi de hoşnut kalıyor.

Cumhurbaşkanlığı yönetim sistemi zaten hem Türkiye’nin gelişmişlik düzeyine hem de ülkenin olduğu kadarıyla yerleşik demokrasi kültürüne aykırı bir model. Kişiye mutlak itaat, biat ve sadakate dayalı bir tasarım. Cumhur İttifakı da çeperini ancak dış düşman histerisi, Batı düşmanlığı, korku ve tehdit söylemleriyle bir arada tutabilir. Milliyetçilik ve İslamcılık dozunu düşürdüğü zaman mevcut kitlesini motive etmekte zorlanır. Yapıcı bir söylem kurmak, insanların yaşam koşullarını iyileştirmek olanaklarını da tükettiği için Kılıçdaroğlu’nu hedef almak, şeytanlaştırmak, örtük olarak onun etnik ve mezhepsel kökenine gönderme yapmak benzeri pespaye yöntemlere sarılmak zorunda kalıyor.

EKONOMİDE BİR FERAHLAMA MÜMKÜN MÜ?

Peki iç ve dış politikada eli sıkışan Saray rejiminin ekonomide bir ferahlama yaratarak toplumsal desteğini toparlama şansı var mı? Öncelikle AKP’nin yüksek büyüme oranları sağlanan “altın çağlarında” küresel finansal koşulların da uygunluğu sayesinde dış borçlanmayla bu performansın sağlandığını hatırlayalım. 2013 Mayıs sonunda zamanın Amerikan Merkez Bankası Başkanı Ben Bernanke’nin tahvil alışlarını yavaşlatacağız açıklamasıyla bu dönem kapanmıştı. Zaten o tarihten başlayarak AKP’nin ekonomide başarı hikâyesi de sona erdi.

Son dönemlerde Tayyip Erdoğan’ın Batılı sıcak parayı çekmek için, en son Alman gemisinin Doğu Akdeniz’deki müdahalesi dahil, “dış çevrelerle” sorunları alttan alması dikkati çekiyor. Merkez Bankası’nın en son 475 puan faiz artışı öncesinde de bankaların swap limitlerinin genişletilmesi, döviz alım vergisinin düşürülmesi gibi “normalleşme” adımlarının atıldığı görülmüştü. Nitekim geçen hafta da fazla kredi vermeyi zorlama amaçlı “aktif rasyosu” ve “zorunlu karşılıkların kredi artışına göre belirlenmesi” uygulamaları kaldırılarak bu süreç devam etti.

Yükselen Pazar ekonomisi kategorisindeki kasım ayında 22 milyar dolar kısa süreli sermaye akımı olduğu bildiriliyor. Türkiye de, Berat Albayrak’ın istifası sonrası gözlemlenen para girişlerinden bir süre daha yararlanabilir. Daha önceki yazılarımızda ayrıntılı bir şekilde ele aldığımız gibi, dış borçların, ithalatın ve doğrudan yatırımların büyük çoğunluğunun Avrupa kaynaklı olması nedeniyle Türkiye’nin iflasa sürüklenmesi, özellikle AB çevrelerince istenmez. Ayrıca hukuki ve demokratik reformların altının boş çıkması finansal sermayeyi, özellikle kısa vadeli fonları fazla etkilemez.

Geçtiğimiz hafta reform iştahının samimi olduğunun beyanı amacıyla işveren kesimine yapılan ziyaretlerin Batıcı ve seküler bilinen İstanbul sermayesinin temsilcisi TÜSİAD’dan başlatılması sembolik bir anlam da taşıyordu. Ne var ki bu adımlar Türkiye’nin birikim modelinin artık tıkandığı gerçeğini değiştirmez. Dış sermaye akışlarını çekmek için faizleri yükseltmeniz, zaten iyice tavsayan yatırımların iyice durmasına, ülkenin en ağır sosyal sorunu niteliğindeki işsizliğin daha da artmasına yol açar. Yabancı sermayeyi ürkütme kaygısı bütçeden maliye politikalarıyla ekonoik büyümeye yardımcı olmak imkânını ortadan kaldırır.

Nitekim pandemi sürecine yönelik Sosyal Koruma Kalkanı kapsamında yapılan destekler Kasım 2020 itibarıyla 41 milyar lira dolaylarında çok yetersiz bir düzeydeydi. Covid-19 vaka sayılarının tırmanmasıyla anlaşılıyor ki önümüzde çok zor bir kış bulunuyor. Kısa çalışma ödeneği, nakdi ücret desteği, işsizlik ödeneği ve aile yardımlarının süresi, kapsamı ve miktarının mutlaka artması gerekiyor. Ne var ki, bu acil adımların atılması bütçe açığını artıracak, “mali disiplini” bozacak, “sıcak paranın” döviz kurunu da sıçratarak gerisin geri kaçmasına yol açabilecektir. Muhtemelen kaçınılmaz olarak mali disiplin biraz gevşetilerek, yabancı sermaye fazla ürkütülmeden bu dönemin atlatılmasına çalışılacaktır.

Özetle, artık ekonomik büyüme üzerinden bir hikaye yazma olanağı kalmamıştır. Liyakatın, yenilikçiliğin, kalkınmacı bir perspektifin bulunmadığı bir zihniyetin yön verdiği ekonomi tıkanmıştır. Yeni atanan “piyasa dostu” bakanlar önümüzdeki dönemi olsa olsa aşırı kredi genişlemesinin yarattığı yan etkileri törpüleme gayretiyle geçireceklerdir. Cumhur İttifakı’nın bileşenleri, aralarındaki tüm sorunlara rağmen, yüksek olasılıkla bu süreci birbirlerine daha fazla sarılarak geçireceklerdir. Korkulur ki toplumun payına da sahici demokratik reformlar değil, daha fazla korku, daha fazla yıldırma, daha fazla baskı düşecektir. Çünkü demokrasi bu ittifakın doğasına aykırıdır.

Şiddetlenecek bu saldırıyı püskürtmek için “toplumsal muhalefetin” ise cüretkâr, kararlı ve örgütlü olması lazımdır. İsterseniz toplumsal muhalefetin bu gereği hangi politikalarla gerçekleştirebileceği de gelecek yazının konusu olsun...

Günün Manşetleri için tıklayın
Çok Okunanlar
Saray’a dakikada bir asgari ücret Mehmet Şimşek duyurdu: İslam Kalkınma Bankası'ndan Türkiye'ye 6,3 milyar dolar kredi! Nur topu gibi yeni krizimiz oldu: Tavuk eti fiyatları neden yükseliyor? Tekel bayileri sigara boykotuna başladı: Firmanın hiçbir ürününü raflarımıza koymayacağız Uçak biletlerinde tavan fiyata zam