Furkan Öztürk ve başarısı

Furkan’ın çalışması, yaşamın başlangıcının sırlarını çözmemizi sağlayacak büyük bir yapbozun parçalarından birini oluşturuyor. Ama bana kalırsa bu yapboz, standart büyüklükte parçalara sahip bir yapboz değil.

Son 4 hafta içinde İstanbul, Londra, Zürih ve Boston’da davet edildiğim söyleşilere katıldım. Alanının en önde gelen yüzlerce ismiyle bir araya gelme, fikir alışverişinde bulunma fırsatı buldum. Bu tip toplantılarda bana genellikle evrim ve uzay hakkında çok şey sorulur; ancak artık sorulan tek bir konu var: yapay zekâ devrimi. 

Ama size bugün bunu anlatmayacağım. Çünkü ben bunları yaparken, bence yapay zekâdan çok daha önemli bir olay yaşandı: Harvard Üniversitesi’nde doktora yapan (ve siz bu satırları okurken tezini başarıyla savunarak “Dr.” unvanını da adının başına altın harflerle yazdırmış olacak olan) sevgili dostum Furkan Öztürk, Harvard Üniversitesi Fizik Bölümü’nün “en başarılı doktora tezi” için verdiği “Gertrude and Maurice Goldhaber Ödülü”ne layık görüldü. Bu, az buz bir başarı değil; çünkü bu ödülü daha önceden alan isimler kariyerlerinin ilerleyen noktalarında çok başarılı araştırmacılar oldular ve bilimin kalesi olarak görülen birçok üniversitede kalıcı pozisyonlar kazandılar. 

Boston’da bulunduğum günlerde Furkan ile buluşma imkânım oldu. Aslında kendisini 1-2 saatliğine ziyaret edecektim ama o kadar cana yakın ve sıcak biri ki gününün yarısını bana ayırmaktan, Harvard’ı gezdirmekten, bizi üniversitenin harika kütüphane ve müzelerine sokmaktan geri durmadı. Bu sayede Harvard Üniversitesi’ni aksi takdirde olacak şekilde yüzeysel değil, oldukça derinlemesine ve heyecan bir şekilde gezme imkânım oldu. 

Görüşmemizin sonlarına doğru, aslında planda olmamasına rağmen bir video çekmeye karar verdik. Bunu tetikleyen şey, Furkan’ın gezimiz boyunca telefonlarının susmaması; ancak onun bu telefonlara cevap vermeye olan isteksizliğiydi. Tabii ki Türkiye’deki medya ve ünlülerin çalışmasına olan ilgisi hoşuna gidiyor, kimin gitmez? Ama Furkan’ı bu ilgi içinde tatmin etmeyen bir şeyler var. Ona göre bu ilgi, yanlış nedenlerden kaynaklanıyor. Kimse yaptığı bilimin önemine odaklanmış değil, herkes Furkan’ın “Türk” olmasından ötürü bu övgüleri hak ettiğini düşünüyor. Bu da her bilim insanını edeceği gibi, Furkan’ı içten içe rahatsız ediyor, bunu görebiliyorum.  

Yanlış anlaşılmasın: Furkan, öyle veya böyle, Türkiye’den çıkan bilime katkı sağladığı için çok mutlu, çok gururlu! Hatta birazdan detaylarından bahsedeceğim makalesinin bir kopyasını benim için imzalarken, sağ olsun, fazlasıyla cömertçe davranarak, “Türk bilimine yaptığı sonsuz katkılar anısına…” diyerek imzaladı. Yani Furkan’ın da tabii ki Türklükle veya Türk olmasıyla hiçbir derdi yok. Ama bu, genelde bilim insanlarında böyledir: Genel halkın aksine, bilim insanları etnik kökenlerini birincil kimlikleri olarak görmezler. Keza hangi takımı tuttuğu, hangi siyasi partiye oy verdiği, hangi tür filmlerden hoşlandığı gibi kimlikler de ikinci, üçüncü, belki onuncu plandadır. Bunlar tabii ki belli bir ehemmiyete sahiptir; ama o kimlikleri birinci veya ikinci sıraya koymaya daha meyilli olan insanların anlamadığının (veya anlamak istemediğinin aksine), bir bilim insanı için, hele ki Furkan gibi bilime gerçekten, tutkuyla bağlı bir kişi için (birçok durumda) en önemli kimlik bellidir: Bilim kimliği. E haliyle, böylesine büyük bir başarıya imza attığında da takdir edilmesini beklediği şey bilim kimliği, etnik köken kimliği değil. Yani rahatsızlığını çok ama çok iyi anlıyorum. 

İşte tam da aramızdaki bu önemli ortak noktadan ötürü Furkan, bir video çekme önerisinde bulunduğumda çok sevindi, çok heyecanlandı. Çünkü kendisi için asıl önemli olan şeyleri, duyması asıl önemli olan kitleye (yani Evrim Ağacı’nın velinimeti olan “Türkiye’deki bilimsever kitlesine”) duyuma imkânı bulacağını düşündü. Bu hisleri ve düşüncesi tabii ki beni de çok onurlandırdı ve motive etti. Hemen cep telefonlarımızı çıkardık (yanımda kameralarımı götürmemiştim), Furkan sağ olsun kendi video girişimlerinden ötürü sahip olduğu üçayak (tripod) ve mikrofonları laboratuvarından getirdi, eşim Ashlee ve ortak arkadaşımız Yusuf da kamera arkasına geçtiler, Harvard’ın o harika bahçesinde bir masaya oturup Furkan ile başarısı hakkında sohbet ettik. 

Videonun tam halini Evrim Ağacı YouTube kanalından izleyebilirsiniz; ama buraya bazı kritik noktalarını bırakmak istiyorum. Öncelikle, kendisine ödüle layık görülen çalışmasının arkasında yatan temel motivasyonu sorduğumda aldığım cevaba bakalım: 

“Yaşamın başlangıcı temel bir problem ve bu neden önemli olduğunu dahi izah etmemize bile gerek yok. Yaşamın başlangıcını bir puzzle gibi düşünün; büyük resmi görebilmeniz için puzzle'ın parçalarının bir araya uyumlu bir şekilde gelmesi gerekiyor. Ama zamanda geriye baktığımızda, parçaların nasıl oluşmuş olabileceğini tam olarak bilmiyoruz. Onların bir anlamda birbirine uyumundan ve nasıl birleştiğinde hareketle, biz büyük resmin doğruluğunu idrak etmeye çalışıyoruz.”  

Yapbozun parçaları 

Yani Furkan’ın çalışması, yaşamın başlangıcının sırlarını çözmemizi sağlayacak büyük bir yapbozun parçalarından birini oluşturuyor. Ama bana kalırsa bu yapboz, genelde 1000 parçalı bir yapbozdan bekleyeceğiniz gibi standart büyüklükte parçalara sahip bir yapboz değil. Parçaların bazıları çok daha büyük, bazıları çok daha küçük. Yani yaşamın başladığı koşullar, o koşullara karşılık gelen coğrafi bölgeler, DNA ve RNA gibi moleküllerin nasıl oluştuğu gibi sorular yapbozun çok daha büyük ve kritik parçalarıyken, daha çevresel olabilecek olan spesifik bir molekülün ortamdaki konsantrasyon seviyesi gibi bir şey görece daha küçük bir parçaya karşılık geliyor. İşte kritik nokta da bu: Bana kalırsa Furkan’ın keşfettiği parça, bu yapbozu tamamlayacak en büyük parçalardan biri. O parçanın adı, “homokiralite”. 

Kiralite, bir çeşit simetri formu. Yunancadaki “el” sözcüğünden geliyor, çünkü tıpkı bir aynaya el salladığımızda, elimizin aynadaki versiyonunun gerçek elimizin “ayna görüntüsü” dediğimiz özel bir simetrisi olması gibi, moleküller de adeta bir aynaya tutulmuşçasına “sağ-elli” veya “sol-elli” olarak adlandırdığımız simetrilere sahip olabiliyorlar. Bu moleküllerin bir araya gelmesiyle oluşan daha büyük moleküller, ola ki bu ayna simetrilerinden sadece 1 tanesini taşıyan moleküllerden oluşuyorlarsa, işte onlara “homokiral moleküller” diyoruz. Mesela RNA, DNA ve proteinler gibi yaşamın ana yapıtaşlarının hepsi homokiral moleküller: RNA ve DNA gibi genetik materyalimizi oluşturan moleküller, sadece sağ elli nükleik asitlerin bir araya gelmesiyle oluşuyor; bünyelerinde hiç sol-elli nükleik asit taşımıyorlar. Öte yandan bütün organizmaların vücudunu inşa eden ve onların “canlı” kalabilmesini sağlayan proteinler, sadece sol-elli aminoasitlerin bir araya gelmesiyle oluşuyorlar. 

İşte bu, muhteşem bir gizem! Çünkü bir aminoasit veya nükleik asidi oluşturacak tepkimeleri öylece kendi haline bıraktığınızda, sağ-elli moleküllerden %50, sol-elli moleküllerden %50 oranında oluşuyor. Dolayısıyla yaşam, bu sıradan tepkimelerin bir ürünü olsaydı, bünyesinde sağ ve sol elli moleküllerden kabaca eşit miktarda olmasını beklerdik. Furkan, bunu şöyle anlatıyor: 

Trafik akışını düşünün, trafik ya sağdan akar ya soldan; İngiltere'de farklıdır ama iki yönden akmaz. Yaşamın başlangıcında da RNA'nın ve aminoasitlerin ya sağ ya da sol versiyonunun seçilmesi gerekiyor.  

Ama yok. Çünkü bu simetriyi kırabilecek doğal bir mekanizma bilmiyoruz. En azından Furkan’ın araştırmasına kadar, bilmiyorduk. Cevap, manyetik kayaçlarda! Furkan, şöyle anlatıyor: 

“Manyetik yüzeyler üzerinde yapılan kimyasal ve fiziksel işlemlerin, bu yüzeylerin manyetizmasının kiralitenin hangi yöne doğru kıvrılacağını seçebildiğini keşfettik. Bu işin çalışmasını sağlayan derin fiziksel fenomenler ve matematiksel detaylar üzerinde çalıştık. Deneylerde, laboratuvarda tekrarlanabilir bir şekilde, manyetik yüzeyler üzerinde 50/50 karışımı olan bir moleküler havuzdan sağ veya sol elli moleküllerin seçilebildiğini gösterdik. Bu, yaşam öncesi kimya için çok önemli bir molekül üzerinde yapıldı ve jeolojik koşullar da göz önünde bulundurularak yapıldı. Dolayısıyla parçalar birbiriyle çok uyumlu hale geldi ve bu durum insanlar tarafından beğenildi.” 

Manyetik kayaçlar 

Ne kadar mütavazı, değil mi? Neredeyse 2 asırdır insanların aklını kurcalayan bir sorunun nihai olduğu akademi camiasınca da şimdiden kabul görmüş olan cevabını buluyor; ama Furkan bunu “insanların beğendiği bir şey” olarak yorumluyor. Şöyle düşünün: Furkan’dan önceki bilim insanları bu sorunun cevabını bulmak konusunda o kadar çaresiz kalmışlardı ki uzaydan gelen radyoaktif ışınların buna sebep olabileceğini bile ileri sürmüşlerdi! Tabii ki cevap bu değil; çünkü bu tip “alternatif” mekanizmalar, istikrarlı ve sistematik bir çalışma prensibinden yoksunlar. Furkan’ın yaptığıysa, doğada (özellikle de 4 milyar yıl kadar önce) doğal olarak bulunan kayaçların temel elektromanyetik özelliklerinin, yaşamı oluşturacak moleküllerin en temel niteliklerinden birini tamamen doğal mekanizmalarla belirleyebileceğini göstermek oldu. 

Tabii ki hiçbir bilim vakumda yapılmıyor. Ama yine de böylesine temel bir mekanizmanın bu kadar geç keşfedilmesi beni şaşırtmıyor da değil. Elbette bazen bir keşif yapıldıktan sonra, geriye dönüp baktığımızda o keşfi yapmak “çok bariz ve basitmiş gibi” gelebilir. Bu, insanın bilişsel zaaflarından biri. Furkan bunu şöyle açıklıyor: 

“Louis Pasteur de manyetik alanların kirallikte rol düşünmüştü ve bu konsepti bilimsel olarak araştırmaya başlamıştı - ki bu, 1848 yılına denk geliyor, yani bundan 176 yıl öncesi. Ama Pasteur, doktora öğrencisiyken, manyetik alan uyguladığında kirallikte herhangi bir seçilim olduğunu göremedi. Çünkü bu süreçte etkiyi yaratan asıl unsurun Pasteur’ün sandığı gibi manyetik alanın doğrudan etkisi değil, manyetik yüzeylerdeki spin etkisi olduğunu biliyoruz. Marie Curie’nin eşi Pierre Curie, manyetik ve elektrik alanlarını aynı anda uygulayarak bu etkiyi artırabileceğini düşünüyor ancak bu denemeler de başarısız oluyor; çünkü bu işlem için manyetize bir yüzey gerekiyor ve bunu mümkün kılan fiziğin detayları, özel laboratuvarlarda yapılması gereken bu işlemin karmaşıklığını artırıyor. Çok yaklaşıyorlar, ama olmuyor. Bu etkilerin temelini oluşturan fenomen, aslında 2011 yılında keşfediliyor ve bu keşif, çalışmanın arkasındaki bilimsel mekanizmayı daha iyi anlamamıza olanak sağlıyor.” 

Curie’den sonra bu konu (en azından manyetik ve elektrik alanlar açısından) tekrar gündeme gelmiyor, çünkü hem önceki denemeler bariz bir şekilde başarısız oluyor, hem de bunun çalışmasını sağlayabilecek olan bilim anca 2015’lerde ortaya çıkmaya başlıyor. O zamana kadarsa daha ziyade az önce bahsettiğim “alternatif açıklamalar” üzerinde duruluyor ve bunların hepsi bilimi çıkmaz sokaklara götürüyor. 

Tabii ki diğer birçok büyük bilimsel keşifte olduğu gibi, şans ve tesadüflerin de bu süreçte bir miktar etkisi var ve Furkan bu gerçeği reddetmiyor: 

Bu tür keşiflerin yapılabilmesi için alanın da uygunlaşması gerekiyor. Ben mesela 5 sene önce veya 5 sene sonra doktora yapsam, muhtemelen bunu bir başkası yapacaktı. Bu kesin! Veya 10 yaş büyük olsam, bunu yapmam mümkün değil, çünkü o ortam daha oluşmamış olacak. 

Basın dili 

Ne var ki herkes bu müthiş keşfini doğru anlamıyor ki Furkan’ı rahatsız eden konulardan biri de ana akım medyanın tık alma hırsıyla bu hayati konuyu yanlış manşetlerle atıyor olması. Onu en çok rahatsız eden başlık tipiyse “Yaşamın Sırrı Çözüldü!” gibi absürt başlıklar. Ona bunu da sordum, şöyle cevapladı: 

Hayır, yaşamın sırrı çözülmedi. Açıkçası, yaşamın başlangıcı konusunda hala söyleyemediğimiz çok şey olduğu için mutluyum; çünkü benim bir kariyerim olabilmesi için bu konuda önümüzdeki 40 ya da 50 sene boyunca çalışacak şeyler olması lazım [gülüyor]. Yaşamın başlangıcı, dediğim gibi, farklı parçaların bir arada oluşması gereken bir puzzle'a benziyor. Hala anlaşılamamış, bizim nasıl olduğunu bilmediğimiz parçalar var yaşamın başlangıcında. Bu parçaları bir araya getirip, laboratuvar ortamında bunların uyumlu bir şekilde çalıştığını göstermeden, yaşamın nasıl ortaya çıktığına dair kesin bir şey öne süremeyiz. Bu yüzden bu alan eğlenceli; insanlar genellikle anlaşılmış şeylerin, araştırmacılar için o kadar heyecan verici olmadığını düşünüyorlar. Örneğin şu anda kimse Newton fiziği veya elektromanyetik teori üzerine çalışmıyor çünkü bu alanlar zaten iyi anlaşılmış durumda. İnsanlar bazen bilinmeyenleri anlamadıklarını düşünüyorlar ve bilimsel bir problem olduğunu varsayıyorlar, ama aslında araştırma, bilmediğimiz şeyler üzerine olduğu için bu sahalar bilim insanlarının ilgisini çekiyor. 

Ve o sahalardan biri de genetik kodun kökenleri üzerine. Çünkü bütün canlılık tarafından ortak bir kodun paylaşılıyor olması Furkan’ı çok etkiliyor. Bu kodun kökenlerini de çözdüğümüzde, laboratuvar şartlarında yaşamı sıfırdan yaratabilmeye çok daha yaklaşacağımızı düşünenlerden. Onu yaptığımızdaysa, gönül rahatlığıyla “Yaşamın sırrını çözdük!” diyebileceğiz, o zaman bu manşetleri atmak yerinde olacak. 

Furkan ile sohbetimiz gerçekten çok verimliydi; laboratuvarını gezme, bu müthiş çalışmaların yapıldığı yerleri görme fırsatım oldu. Bir yandan da düşüncelere daldım, acaba bu işin sonu nereye kadar gidebilir diye. Tabii ki Nobel, her zaman olasılıklardan biri; ancak Nobel Fizik Ödülü’nü bugüne kadar almış en genç kişi, 1915 yılında, ödüle 25 yaşındayken layık görülen Lawrence Bragg idi (Furkan da şu anda o yaşta). Son yıllardaysa Nobel alma yaşı giderek daha da yükseklere çıkıyor. Tabii ki ekstrem vakalar olacaktır ve yaşamın sırrının en önemli detaylarından birini çözmüş olmak en azından bence Furkan’ı bu ödüle aday yapmaya yeter. Ancak en nihayetinde bilim, insan toplumlarınca yapılan bir uğraş ve insanların çeşitli önyargı ve şahsi kanaatleri sonuçları direkt olarak etkiliyor. Dolayısıyla bu çalışmayı Nobel gibi aşırı yüksek prestijli bir ödüle layık görürler mi, Furkan’ın yaşı bunda bir faktör olur mu, onu bilemiyorum.  

Ama bildiğim bir şey var: Bilim, ödüller olmaksızın da değerli bir uğraş. Furkan’ın yaptığı, Türk veya “bizden biri” olduğu için değil, kendine içkin olarak önemli bir keşif olduğu için kıymetli. Yani keşfi yapan kişinin adını kapatarak da bu çalışmayı okusak, aynı heyecan ve coşkuyu duyabilmeliyiz. Eğer duyamıyorsak, disiplinler arası ve milletler/nesiller ötesi bir sistematik düşünceyi gerektiren bilimi anlamamışız demektir. Elbette büyük kaşif ve mucitler çıkarabildiğimiz için gurur duyacağız; ancak övgünün sebebi kökenin ötesine geçip, yapılan işin değerini tam olarak kavramaya ulaşmadıkça boş bir böbürlenmeden öteye geçemeyecek. Bu, bir bilim insanının emeğine yapılabilecek en büyük hakaret. Bence kimse buna cüret etmemeli. 

Dolayısıyla bu satırlardan, geleceğin en önemli bilim insanlarından biri olacağını şimdiden ispatlayan Furkan Öztürk’ü tebrik etmek istiyorum. Yolun açık olsun dostum. Ülkeni ve tüm insanlığı daha da ileriye taşıyacak işleri başarman dileğiyle… İyi ki varsın! 

Günün Manşetleri için tıklayın
Çok Okunanlar
Kuzey Yarımküre'de şiddetli manyetik fırtına bekleniyor Holografik bir evrende miyiz? Hayvan yardımıyla Mars’ta tarım olası Araştırma: Kuşlar hiç de öyle sanıldığı gibi “kuş beyinli” değil Kuzey ışıkları ayağınıza kadar geldi