Gehenna’dan sesler

‘Cehennem’in hem sözcük kökeni hem de anlam açısından ‘Ge Hinnom’dan geldiğini artık neredeyse herkes biliyor. Bugün hâlâ Kudüs’ün merkezi sayılabilecek bir noktada bulunan Ge Hinnom (Hinnom Vadisi) Yahudiye kralları tarafından çocukların yakılarak kurban edildiği törenler için kullanılan çukur bir alandı. Bu putperest ayin yasaklandıktan sonra Ge Hinnom’un çöplerle birlikte hayvanların ve idam edilen suçluların cesetlerinin atıldığı bir yere dönüştüğü biliniyor. Hatta ne acayiptir, eğer Aramatyalı Yusuf Pontus Pilatus’tan İsa’nın bedenini çarmıhtan indirip bir mağaraya gömme izni almasaydı, büyük olasılıkla İsa’nın cesedi de iki yanında çarmıha gerilen hırsızlarınkiyle birlikte Ge Hinnom’a atılacaktı.

Ateşle ve iğrenç bir kokuyla tanımlanan Ge Hinnom zamanla dinsel mitolojinin cezalandırma alanı ‘gehenna/cehennem’e dönüştü, Hıristiyanlık ve İslam’da olgunlaşarak bildiğimiz temel inançsal tehdit haline geldi.

Cehennem sözcüğünün bu etimolojik macerası, bir yandan dinsel inançların oluşumundaki kültürel antropolojik unsurları, bir yandan da çok basit bir gerçeği gösteriyor: Cehennemi biz yaratıyoruz, kendi dünyamızda.

Savaşlarıyla, salgın hastalıklarıyla, sömürü sistemleriyle tüm insanlık tarihine yayılmış bir ‘cehennemleştirme’ süreci bu. Ama özellikle 20’nci yüzyılda, faşizm olgusunun ortaya çıktığı modern dünyada cehennem çok ilginç bir yapıya büründü; bizi ne olursa olsun çılgınca eğlenebileceğimize ikna etmiş yeni bir düşünmeme tarzı.

Adorno, “Auschwitz’den sonra artık şiir yazılamaz” demişti. Böyle bir cehennem gerçekliğine tanık olan insanlık, o andan önceki gibi yaşayamazdı artık. Ama her şeyi birbirine benzetip içini boşaltan kitle kültürü sayesinde hâlâ türlü türlü şiir yazılıyor, şarkılar türküler söyleniyor. Yaratıp kendimizi mahkûm ettiğimiz cehennem, son 70 yıldır, tarih boyunca olduğundan daha fazla ehlileştiriliyor, hayalî bir öbür dünya mekânına indirgenerek görünmezleştiriliyor.

Neyse ki kitle kültürünün bu akıl sömürüsüne karşı, başta avangard sanatçılar ve sanat akımları olmak üzere, uyarı işaretleri de var. Dadacılar, Sürrealistler, Rus formalistleri, Kübistler, Kavramsalcılar, Sitüasyonistler, bağımsız sinemacılar, avangard müzisyenler yaşadığımız dünyanın bize sunulmayan yanlarını görünür kılmaya çalışıyor.

***

Bu haftanın sürpriz filmi Mimaroğlu, seyirciyi ‘Yeni Müzik’ ve elektronik müziğin dünyayı görme biçimiyle buluşturuyor. Serdar Kökçeoğlu’nun elektronik müzik üstadı İlhan Mimaroğlu’nun işitsel ve görsel yapıtlarından ürettiği hipnotize edici kolaj-belgeselini izlerken, Mimaroğlu’nun bu dünyanın gerçekleri ve gerçekmiş gibi sunulan yanlarıyla kurduğu ilişkiye tanık oluyoruz.

Benim ‘Yeni Müzik’le tanışmam biraz geç oldu maalesef. Arnold Schönberg’i, John Cage’i, atonal ve polifonik müzik çalışmalarını yarım yamalak biliyordum elbette, ama Krzystof Penderecki’yi, György Ligeti’yi, 11 Eylül 2001 İkiz Kuleler saldırısı hakkında “Tüm kozmosta mümkün olan en büyük sanat eseri!” yorumunu yapan Karlheinz Stockhausen’i ve daha nice besteciyi ancak 2000’lerin başında keşfedebildim. Bu müzik türüyle kişisel ilişkimi ancak şöyle tarif edebilirim: Nazi Partisi’nin iktidara geldiği yıl Polonya’da doğan, Yahudi olmasa da soykırımın dehşetini gören Penderecki’nin Threnody to the Victims of Hiroshima (Hiroşima Kurbanlarına Ağıt) ya da Dies Irae-Auschwitz Oratoryumu gibi ağıtlarını dinlerken göğüs kafesim patlayacakmış gibi hissediyorum mesela. Stockhausen’in Oktophonie’sini dinlerken kafatasımın içinde devasa bir uzay boşluğu oluşuyor. Macar usta Ligeti’nin Atmospheres’ini dinlerken dünya denilen şu alev çukurunun coğrafyasını santim santim görüyor, İlahi Komedya’da Dante’nin cehennemden geçerken hissettiklerini anlıyorum sanki...

Bana hissettirdikleriyle biraz ‘sinik’ görünebilir, ama bugünün akıldışı dünyasında bu tür bir gerçekçilikten zarar değil ancak fayda görürüz. İçinde elektronik seslerden insan çığlıklarına, şehir gürültülerinden bizzat kayıt cihazlarının çıkardığı seslere dek birçok işitsel unsuru barındıran bu müzik, dinleyicisini rahatlatmaya, eğlendirmeye, hüzünlendirmeye yönelik konvansiyonel müzikten çok farklı bir noktada duruyor; geleneksel müziğin hazcı estetiğine karşı, modern dünyayı anlamaya yönelik devrimsel nitelikli bir ‘yeni estetik akıl’ öneriyor.

Bu müzikle iletişim kurmak biraz zor olabilir belki, ama Mimaroğlu belgeseli, Yeni Müziği Türkiyeli bir temsilcisinin dünyaya, daha doğrusu ‘gehenna’ya bakışı üzerinden tanımak için çok iyi bir fırsat.

Günün Manşetleri için tıklayın
Çok Okunanlar
Baby Reindeer'ın 'gerçek Martha'sı Netflix'e dava açacak Ertan Saban'ın Atatürk'ü canlandırdığı filmden ilk kareler Oyuncu Sevda Ferdağ hayatını kaybetti Cannes jürisinde Ebru Ceylan da var Prof. Dr. Gülçin Aksoy yaşamını yitirdi