Kapatılma ve daralma...

Kitap rafındaki Erhan Bener’in ‘Yalnızlar’ romanı sürekli gözüme takılıyordu, sabah gazete yazımı yazmak için çalışma masama oturduğumda dayanamayıp elime aldım ve su gibi akıp gitmeye başladı roman. Bir vapur yolculuğu... 70’ler... Aynada kendisine acıyarak bakan hüzünlü ve yalnız bir adam... Yıllardır okumayı düşünüp ertelemişken, neden şimdi?... Üstelik okuduğum bu hüzünlü hikâye bana keyif de veriyordu. Aslında keder ve arzu üzerine yazmayı düşünürken, iyi bir tesadüf de olmuş olabilir. Romanın daha başlarında şöyle yazmıştı yazar: “Aramak demişti Nermin. Çalışmak demişti. Sevmek demişti. Oysa, Necati’nin son anda hepsine yönelttiği soru, hep karşılıksız kalsa bile, düğümün çözüm noktasıydı: Niçin yaşamak?”

Sevinçli duyguların insanı düşünmeye sevk etmediği ortada. Bu yüzden romanda ya da sinemada bütünüyle mutlu bir atmosfer yaratılmaz, mutluluk en çok sona yakışır. Haneke’nin ‘Mutlu Son’ filminde de, sondaki mutluluk daha çok cinnete benzemiyor muydu? Deleuze’ün Spinoza üzerine yazdıklarından biliyoruz ki, düşünceler göstergelerin zorlayıcı karşılaşmalarıyla ve kederli bir duygunun eşliğinde oluşuyordu genellikle. Sevinçli biri daha az düşünmeye ihtiyaç duyar, kendi kendine yetiyordur o an çünkü, arzusuna kavuşmuştur, bir tamlık hissi... Kederli biri ise engellenmiştir, eksiktir, bir kayıp duygusuyla baş başadır ve düşünme hayati bir ihtiyaç halini alır. Zaten bebekte zihnin oluşumu, anneden ayrışma sırasında yaşanan kaygıyla başlamıyor muydu?

Ama ben bunları yazarken ya da Erhan Bener’in romanını okurken bir keder yaşıyor muyum? Okur ya da düşünürken yaşadığım bu kederden keyif almamı sağlayan şey ne? Elbette bu soruya pek çok yanıt verilebilir. Yine romanın içinde bu sorunun dolaylı bir yanıtına rastlıyorum, “hep aynı çemberin içindeyiz, sıkılıyoruz” diyen Nevzat’ın düşüncelerinde. Sıkılma, neyi arzuladığını bilmeme hali... Belki de neyi arzulamamız gerektiğini bizlere dayatan ‘arzu inşaacıları’ndan sıkılmışlıktı bu. Her toplum, öz-duygulanım aracılığıyla mensuplarının arzularını ve duygularını biçimlendirmeye çalışıyordu. Keder ve sıkılma, bu biçimlendirmeye karşı bir direnişi çağrıştırıyordu romanda. Belki de gündelik hayatta da böyleydi bu. Hizalanmış arzulardan sıkılma ve kederlenme... Buradaki kederin, kendine acımayla bir ilgisi yoktu. Buradaki keder, belki de insanın kendi arzularına yabancılaşmasıydı. Yabancılaşmaya neden olan şey de Frederic Lordon’un ‘Kapitalizm, Arzu ve Kölelik’ kitabında yazdığı gibi, “yitirme değil, kapatılma ve daralma”ydı. Dijital teknoloji ve pandemiyle birlikte en çok deneyimlediğimiz şey, kapatılma ve daralma... Sanırım yalnızlığı dayanılmaz yapan da bu kapatılma ve daralmaydı. ‘Yalnızlar’ romanında da karakterlerin yaşadığı dramın ana nedeni buydu. 70’lerde de böyle olması... O zamanlar akıllı telefon da yok, sosyal medya da...

Bu kapatılma ve daralma, bireysel açıdan da, siyasi açıdan da yaşadığımız yabancılaşma ve sıkılmanın ana nedeni olarak karşımızda duruyor. Bütün canlıları birbirine bağlayan görünmez bağları hissettikçe ve o bağları güçlendiren politikalarla çözüm üretilebilir ancak...

Günün Manşetleri için tıklayın
Çok Okunanlar
Cannes jürisinde Ebru Ceylan da var Ertan Saban'ın Atatürk'ü canlandırdığı filmden ilk kareler Silik parçalar 43. İstanbul Film Festivali'nin ödülleri sahiplerini buldu Dünya Dans Günü’nde dansa davet: Bedenini dört aç