Kış geliyor. Daha on gün önce yemyeşil olan ormanlar kızıl, sarı, kahverengi eşsiz bir renk cümbüşü içinde kışlık elbiselerine büründüler. Tohumlar toprakta saklanacak...

Kış geliyor. Daha on gün önce yemyeşil olan ormanlar kızıl, sarı, kahverengi eşsiz bir renk cümbüşü içinde kışlık elbiselerine büründüler. Tohumlar toprakta saklanacak delik arıyor. Kış uykusu için hazırlanan hayvanlar adımlarını sayarak gidiyor sanki kuytulara. 

 

Biz de hazırlanıyoruz. Kaplumbağaların akvaryumlarını her gün azar azar soğutuyorum, vitaminleri değişti, biri hariç diğerleri kalsiyumu daha az alıyor. Uyku zamanı yaklaştı ya, hiç keyfim yok. O yanda, bu yanda yüzmeyecekler, yemekleri gecikince camlara vurup tıkırdamayacaklar artık. İki tane göl kaplumbağası eksik bu yıl. Yaraları iyileştiği için bulduğumuz yere geri bıraktık. Küçük kaplumbağalardan gözü hasta olan tahminimden daha yavaş düzeliyor. Etçil olan bir başkası için bir şey yapamıyoruz. Artık doğal ortamında kendi başına yaşama şansı yok. 1992 yılında yaşadığı yerden kopartılmış, 16 yıl boyunca çekmediği çile kalmamış. Elimizden bir şey gelmiyor. En büyük akvaryum onun ama yumurtadan çıktığı göl ile kıyaslandığında ne kadar mutsuz olduğunu anlamak zor değil. Kara kaplumbağaları daha kolay iyileşiyorlar. Bir otomobilin altında bulunan en kocamanı Bolu’ya geri döndü. Sanıyorum bir daha karayolunun yakınından bile geçmez. Tabii karayolunun bizzat kendisi her an ormanları dümdüz edip onun evinin üstünden geçebilir. Hükümetimiz duble yol projelerine bayılıyor ve durmak yok ve yola devam ya, garanti vermek zor.

 

Saka kuşumuz kocaya kaçtı. Dışarı çıkıp gezer, sonra gelir okuldaki odamda uyurdu. Sabahları biraz şarkılar mırıldanır gider, akşama kadar bir daha görmezdik. Gül gibi geçinip gidiyorduk. Ama geçen yıl camın önüne gelen yakışıklı, parlak tüylü, güzel ötüşlü zibidi işleri bozdu. Bizimkinin de gözü az buçuk dışarıdaymış galiba. Bir gidişi vardı ki tutabilene aşkolsun. Eşim kaç günler dolandı durdu ağaçlara baka baka, bir yerlerde göremedi. Belki şu sabah programlarına çıkarsak döner diyoruz. Pakize Suda, Seda Sayan falan bir şeyler yapsa. Güzel olur. Su kabı hâlâ camın önünde. Serçeler bitiriyor, biz dolduruyoruz. Saksağanlar kırıyor, yenisini alıyoruz. Umut dünyası işte, bekliyoruz.

 

Geçmiş yıllarda yaralı bir kızıl tilki vardı bölümde. Öğrenciler ile arkadaşlar aylarca uğraştı. Ayağı gerçekten çok kötü durumdaydı. Tedavi sırasında evcilleşecek diye ödümüz koptu. İyileşince gitti. Sonra duyduk ki belediye ekiplerinin bıraktığı etleri yemişler, onlarcasının ölüsü bulundu üniversitenin kampus alanında. Bizimki aralarında mıydı? Bilmiyoruz. Bütün gün kabuğuna yağlı boya sürüldüğü için bizimle kalan iki kara kaplumbağası ile uğraşır dururdu. Ustalar dalga olsun diye boya sürmüşler, adamları öğrencilerin elinden zor almıştık. Sonra boyalar çıktı. Ama fosforlu görüntüleri tilkinin ilgisini çekiyordu galiba. Karışmadık. Çocuklar ormana bırakmışlardı. Bir daha buluştular mı oralarda? Haberimiz yok.

 

Misafir olan hayvanlara isim koymayız. Onlar bizim sevgi kölelerimiz değil. Sahipleri biz değiliz. Arada gelip kalır, sonra da giderler. Bazen oğlum ya da eşim ayırt etmek için isim koyuyorlar. Şuradaki, buradaki, büyüğü, küçüğü demek zor oluyor çünkü. Ama hep bizimle yaşamak zorunda olanların durumu farklı. O yüzden “Çamur” ve “Turşu”nun ayrıcalığı var. Özgürlükleri yok ama isimleri var.

 

Ne anlatsam boş. Bu hafta son orman yürüyüşlerini yaptık. Mantarlara, likenlere baktık. Fotoğraf çektik. Son birkaç kelebeği gördük. Göçmen kuşlar hareketleniyor. Kızıl şahinlerin gençleri bile büyümüş.  Yol boyu aydınlatma direklerinde dizi diziler. Tavşanlar, sincaplar, tilkiler, arılar görünmez oldu, çiçekler soldu. Kış geliyor. Köylerde kahvelerin, kentlerde çarşıların gözü aydın olsun artık. Hiç bana tiyatro, sinema, sergi mergi demeyin. Hiçbiri başımın üstünde uçuşup duran arıların sesini duymaya benzemiyor. Kış geliyor… Sıkılıyorum...