21.yüzyılda insan ilişkileri, insan davranışları tümden değişim halinde. Geçen hafta eşim ve kızım ile birlikte ‘Avatar’ filmini izlemek üzere...

21.yüzyılda insan ilişkileri, insan davranışları tümden değişim halinde. Geçen hafta eşim ve kızım ile birlikte ‘Avatar’ filmini izlemek üzere konforlu bir sinemaya gittik. Salona girmeden önce uzun bir kuyruk vardı. Ve kapıdaki görevli salon girişinde elimize bir gözlük bir de kolonyalı mendil verdi. Ne tuhaf değil mi? Ne günlere kaldık. Film izlemeye girerken eline peçete veriliyor... Eskiden kolonya ve peçete sadece bazı yerlerde verilirdi. (Lütfen gülmeyin ciddi bir mevzu anlatıyorum size)
Her neyse salona girince herkesin o kolonyalı mendille bu gözlükleri sildiğini farkettim. Filmi üç boyutlu görmemize yarayan bu gözlüklerden birini ben de silmeye başladım hemen. Önce herkes neden sildiğini bilmeden siliyor gibi algıladım, ama daha sonra toplumda bir ‘grip paranoyası’  olduğunu hatırladım ve bu davranışı olumlayarak ben de silmeye başladım.  Böylece gözlüğü benden önce başına takan seyircilerdeki virüsü bertaraf etmiş oldum ya da kendimi buna inandırdım diyelim.
Film, teknik özelliği ile öne çıkan bir film ve belli çok para dökülmüş saçılmış sağa sola. Ancak filmden sonra bende kalan tortu sadece çocuk filmi tadındaydı. Yani film; sanki Madagaskar,  ‘Bambi 2’ ve ‘Surfs Up’ filmlerinin kolajı tadında, bende öle bir izlenim bıraktı yani. Hatta, Shrek filmi de şimdi aklıma geldi. Buradan çıkan sonuç paketlemeyi bildin mi satamayacağın ürün yok bu alemde.
Öte yandan ‘paketlemek’, birisini göndermek olarak da kullanılıyor dilimizde. ‘Paketle gönder’ sözünü çok severiz. Pakete bakmayı, sonra paketten ne çıktığını da hep merak etmişizdir. Paket almayı da çok severiz.  Ama bazı paketlerden korkarız. Pakete sarmayı, paketi ilk açanı olmayı, paketin süslüsünü tercih ederiz. IMF paketi, zam paketi, tedbir paketi vs vs bunları hiç sevmeyiz.
Gelelim, bize bu sene paketten çıkan, Avrupa Kültür Başkentliği olayına. Dün İstanbul’da alışılmadık bir trafik vardı. Neden, çünkü resmi açılışı yapıldı kültür başkentimizin. Yarın da Harbiye Muhsin Ertuğrul Tiyatrosu yeni haliyle açılacak, oralarda da paket haline gelmiş bir trafik olacak muhakkak.
Ama haftanın en önemli trafiği Dışişleri’nde cereyan etti. Özür diledi dilemedi derken, en sonunda beklenen resmi  özür geldi ve gerilen ipler salıverildi. Doğrusu birkaç gündür o adamın densizliğini düşünüyorum, düşünüyoruz, düşünüyorlar ve daha da düşüneceğiz gibi. Ama hiç politikaya girmeyeceğim. Çünkü daha da yukarıya oturmak isteyenler genelde farklı bir yere oturuyorlar bu alemde. Aslında bu politikacının yaptığı davranış bozukluğundan başka bir şey değil. Bu anlık refleksi ile, iki ülke arasındaki dostluğu zedeleyecek türde büyütmemek gerekir. Bu tam bir kontrolsüz insan davranışı bence. Yani mobbing desem mobbing değil, mesaj desen mesaj değil.
Şöyle ki, beden dili ile ilgili verdiğim dersler ve atölye çalışmalarında daha çok işyerlerinde zor durumda kalan patron-sekreter hikâyeleri anlatılır ve ben de çözüm yolu bulmalarına yardımcı olurdum katılımcılara. Şimdi aklıma gelince düşünüyorum da, “o durumda ben olsaydım büyükelçimizin yerinde” ne yapardım diye düşüneniz de vardır aranızda elbette. İşte size birkaç olasılık.
Cebimden aynamı çıkarır yüzüne tutardım. Vücut dilinin gelişim nedeninin hayvanlarla kurulan iletişim ile bağlantılı olup olmadığı uzun yıllardır tartışılıyor biliyorsunuz. Vücut dilini üreten başlıca etmenler arasında genetik eğilimler ve çevresel etkiler de sayılıyor. Hayatında hiç gülümseme görmemiş kör bir çocuk gülümseyebiliyor. Böylece ayna ile onu oracıkta eğitebilirdim.
Vücut dili birebir iletişimde son derece önemli ve dikkat ettiyseniz o zat otururken bacaklarını açarak oturuyor ve yukarıdan bakış fırlatıyor. Potansiyel olduğu çok açık, aslında etkileme biçimi bilinçsizce ortaya çıkıyor. Size karşı kur yapmayacağına göre, yani sizinle konuşurken neresiyle iletişim kurduğu çok açık. O yüzden cebimden hemen kırmızı kartı çıkarıp oracıkta gösterirdim. Ya da “dıııt dıııt” diye ses çıkarırdım.
Elbet eski İstanbul semtleri, Fener, Balat, Kocamustafapaşa, Fatih, Üsküdar semtlerinde doğmuş büyümüş biriyseniz  ne hareketi çektiğinizi hemencecik tahmin edebilirim. Yani ben de rahmetli Ahmet Kaya gibi Kocamustafapaşa’da oturdum bir dönem çünkü. O nedenle o semtlerdeki insanlarımıza bu hareketin ne anlama geldiğini ve bunlara karşı nasıl pozisyon almamız gerektiğini anlatacak değilim.
Bence ‘One minute’ olayından sonra, nabız yoklandı gibi. Çünkü yüksekte oturan bir kişi nedensiz de olsa kavga çıkarmaya hazırdır. O nedenle “aman ondan o insansan uzak durun”. Ona cevap vermemek en doğrusuydu belki de. Bu türde bir beden dili, onun sıkıntıdan ölmek üzere olduğunu gösteriyor adeta.
Ben olsam o bana yukardan bakarken, derhal sinir bozucu gülmeye, kahkahaya da başlayabilirdim. Ya da kötü bir espri yapardım belki de. Siyah gözlük takardım, cebimden tespih çıkarıp sallardım. Ama bunların hiçbirisini yapmayan büyükelçimiz en doğrusunu yaptı kanımca. Yani beden dilini kullanırken kontrollüydü. Sağ bacağını hafifçe kırdı ve ellerini onun üstüne kavuşturdu. Hafiften bir ironi taşıyan bu duruş “gayri ciddi sahnenin farkındayım” demek anlamına geliyordu. “Sizi dinliyorum ama dikkatle dinlemediğimi görün” der gibiydi. Hafif kaykılmış bu duruş aslında kişinin kendine güvendiğini ve karşısındakine üstünlük de tasladığını gösterir. Koltukların seviyelerinin neden eşit olmadığı da sorulabilirdi elbet o anda ama hiç dert etmeyin, dünya kimin ne yapmaya çalıştığının farkına vardı.