12 Eylül’ün paşalarının hayatta olanları savcıya ifade verdiler.

12 Eylül’ün paşalarının hayatta olanları savcıya ifade verdiler. En baştan söyleyelim: Bu iyi bir şey. Silah zoruyla ülkeyi yönetip bütün bir cumhuriyet tarihinin en karanlık döneminde zulmün her türlüsünü uygulayanların kendilerinden hesap sorulduğu hissini yaşamaları, kaygı duymaları, bir miktar paniklemeleri ve uykularının kaçması iyidir.

Bu gelişme, yanısıra “12 Eylül’le hesaplaşılıyor mu” tartışmasını da beraberinde getirdi. AKP destekçisi yetmezamaevetçiler öyle diyor; “Gördünüz mü, hani AKP 12 Eylül’den hesap soramazdı? İşte paşalar ifade veriyor!”

Daha önce de bu köşede yazıldı: “12 Eylül’le hesaplaşmak, şimdilerde 90’lı yaşlarına merdiven dayamış cuntanın beş generalini (galiba 3’ü hayatta) yargı önüne çıkartmaktan ibaret olsaydı, amenna! Lakin, meseleyi buna endekslemek, 12 Eylül’den, dahası Türkiye’nin yakın tarihinden hiçbir şey anlamamak demektir. Ya da daha kötüsü, bu tarihin gerisindeki emperyalist müdahaleyi ve sınıf çatışmasını görmezden gelmek ve saklamaktır. 12 Eylül’le hesaplaşmak, sadece “Asmayalım da besleyelim mi” (Kenan Evren) ile değil, “Our boys have done it” (Paul Henze) ve “Bugüne kadar hep işçiler güldü biz ağladık, bundan sonra biz güleceğiz” (Halit Narin) ile hesaplaşmaktır.” (23 Temmuz 2010)

* * *

Peki böyle bir siyasi duruş AKP’den beklenebilir mi? Yersiz bir soru. Kendisi 12 Eylül’ün tesis ettiği rejimin ürünü bir partinin, yukarda ifade ettiğimiz çerçevede bir hesaplaşmanın öznesi olması elbette beklenemez.

Peki, çıtayı biraz düşürüp devam edelim. 9 yıldır iktidarda olan AKP, 12 Eylül’ün hangi kurumuyla hesaplaştı? Geleneksel askeri vesayetin geriletilmesi, darbe niyetlilerinin sindirilmesi dışında, hiç! Bu az şey mi, denilebilir, deniliyor. Yine vaktiyle şöyle yazılmış, bu köşede: “Darbe niyeti taşıdıkları yaptıkları işlerden anlaşılan generallerin tasfiye edilmesine, bu işi AKP yapıyor diye karşı çıkmak tam bir saçmalıktır. Darbeci generalleri AKP’yi durdurmanın bir yolu olarak görmek devrimcilerin işi değildir. Olsa olsa dar kafalı bir milliyetçiliğin kıyısında gezen ulusalcıların işi olabilir. (...) Bu tasfiye süreci hayırlıdır ama “demokrasinin zaferi” gibi hayallere de gerek yok. Bu, -bilinçli bir AKP goygoyculuğu değilse- fazlasıyla saflık olur.” (13 Ağustos 2010)

Saflık olur, çünkü... Hep söylediğimiz gibi, doğrudur, tasfiye olan bir şey var; ama asıl soru gidenin yerine neyin inşa edildiği... AKP’nin bütün bir ikinci iktidar döneminde ve özellikle son bir yılda –referandum sonuçlarından aldığı cesaretle- sürdürdüğü politikaları ve uygulamaları dikkate alındığında, emekçilerin sosyal ve ekonomik haklarının geriletildiği; bilhassa yandaş sermayeye düzenli olarak kaynak aktarıldığı; bir yandan da toplumu yukardan aşağı devlet imkanları, aşağıdan yukarı cemaat-tarikat ilişkileri ile muhafazakarlaştırma sürecine hız verildiği; gizli dinleme/görüntüleme marifetiyle komplo kurmanın yanısıra şiddet ve terör ile bir polis devletinin inşa edildiği aşikârdır. Bu sürecin seçimlerde ortaya çıkacak sonuca bağlı olarak (hızlı ya da yavaş bir tempoda) “tek şeflik” rejimine doğru evrileceğini görmek için kâhin olmaya gerek yok.

* * *

12 Eylül’le demokrasi adına hesaplaşmaya niyeti olan, hazır elinde imkanları da varken 12 Eylül’ün kurumlarıyla hesaplaşır. Değil mi? Sözgelimi AKP, 12 Eylül rejiminin alameti farikası siyasi partiler ve seçim kanununu daha demokratik hale getiremez mi? İstese getirir, ama getirmez. Çünkü bahsekonu yasanın şu andaki anti-demokratik niteliği işine geliyor.

12 Eylül’ün yargıda oluşturduğu kurumsal yapıdan yıllarca şikayet eden AKP, bu kurumları kontrolü altına aldıktan sonra rahatladı ve en sık duyduğumuz cümle “Türkiye’de yargı bağımsızdır” oldu. 12 Eylül döneminde sıkıyönetim mahkemeleri vardı. Sonra onların misyonunu DGM’ler üstlendi; bugün DGM’lerin yaptığı işi özel yetkili savcılar, mahkemler yapıyor. Üstelik halefi oldukları sıkıyönetim mahkemelerini, DGM’leri aratmadan... Bakın Hopa’da tutuklanan insanların avukatları ne diyor: “Erzurum Özel Yetkili Savcılığı, ısrarlı tüm taleplerimize karşın kolluk aşamasında susma hakkını kullanan kişileri dahi (...) gözaltı süresinin sonuna kadar hakim karşısına çıkarmamış, gözaltı süresi aşımını 4, 5 ve 6 Haziran tarihleri boyunca ‘yerleşik’ bir uygulama haline getirmiştir. (...) Erzurum Özel Yetkili Savcılığı’nın tüm bu uygulamaları kolluk tarafından bir ‘işkence’ olanağı olarak değerlendirilmiştir. Erzurum Özel Yetkili Savcılığı’nın tutuklama istemi ile sevk ettiklerinin istisnasız bir biçimde tutuklanmış olmasını da dikkat çekici bulduğumuzu özellikle belirtmek isteriz.”

12 Eylül kurumlarının bugünkü sahibi 12 Eylül’le nasıl hesaplaşacak? Biri anlatsın lütfen.