129. gün…
Ağızları bıçak açmıyordu. Sırçınar, Sırçınar olalı böylesi sessizlik görmemişti. Bir patlamanın neden olduğu ve her türlü patlamaya açık bir suskunluk hâkimdi vitraylardan süzülüp menevişlenen ışık selinde…

Şiktan’ın çayları masa üzerine bırakmasıyla gözler masadan kalktı, birbirine odaklandı. Gözyaşlarını çoktan kurutmuş bu birbirine odaklanan gözler bin bir soruyu masanın üzerine dökme eğilimindeydiler.

İlk soru Kasap Hüseyin’den geldi; “Neden?”
Peşinden Hoşaf Sami; “Kim?”
Dümenci; “Güvenlik zafiyeti!..”
Şiktan; “İstifa!..”

Komplocu Şevket Şadi hemen söze girdi; “Sondan başlayayım, sorumlular içinde belki de en son sıradakiler istifası istenenlerdir. Güvenlik zafiyeti falan da yoktur. Aynı anda hem gaza hem de frene basılmaz. ‘Kim’, sorusuna gelince, ayan beyan ortada kim olduğu…”
Dümenci; “Şevket Şadi, bildiğin bir şey varsa söyle de bilelim!”

Çayından okkalı bir yudum alan Şevket Şadi, “Bildiğim değil, bilinenleri yorumladığım bir durum bu.”
“Gerekirse Suriye’ye dört adam gönderirim. Türkiye’ye sekiz füze attırıp savaş gerekçesi üretirim, diyen dümbelek, bombaları Türkiye’nin kalbinde Ankara’da patlatıyor. Ülkeden ülkeye bombacı göndermesine de gerek yok üstelik Ankara Garı’na on dakika mesafede Hacıbayram’da onlarcası var. Tetikle ikisini olsun bitsin. Dümbelekoğlu’nun bu ilk işi de değil üstelik. Eldeki listeden seçip seçip gönderiyor insanların üzerine.

‘Elimizde canlı bombacıların listesi var. Ama eylem yapmadan onları tutuklayamayız’ Davutoğlu kazmalığı da bunun bir tür itirafı değil de ne? MOSSAD ajanlarını İran’a İran ajanlarını MOSSAD’a gammazlayıp Ali’nin külahını Veli’ye, Veli’nin külahını Ali’ye giydirmekte mahir olan Dümbelekoğlu her türlü pisliğin ilk elden müsebbibidir.

İşgalcibaşı diktatör elbette ki bu çetenin bir numarası. IŞİD’e silah, mühimmat, lojistik destek, eleman ve de sağlık hizmetleri verenler elbette karşılığını almak durumundalar. Bu öylesine sıradan bir alışveriş değil. Bazı adaşlarımın damat köprüsünden geçirdikleri petrodolarlar işgalcibaşının kasasına aktıkça ve de dolar günbegün artıp sandıktan, ayakkabı kutularından taştıkça, saray vazgeçilemez hale geldi. Bu vazgeçilmezliğin bir başka nedeni de, silah ve petrolden nemalanan işgalcibaşı ve avanesinin, düştükleri anda bir daha kalkamayacaklarını çok iyi bilmeleridir.

Öte yandan 1 Mayıs 77’nin ilk elden organizatörünün bugün Ebu Sayyaf belgeleri elinde iken ve aynı biçimde, G. Hasvani’nin sözleri ortada iken AB’nin yaşanan katliamları izlemesi diktatörle hâlâ işlerinin bitmediğinin ipuçları. Merkel, katliamın ertesinde elindeki kozu kullanmaya geliyor. Diktatör milyonlarca mülteciye kapıyı onları sevdiğinden açmıyor, hırsızlığının, kaçakçılığının vb birçok kriminal açığının karşılığını ödüyor. Bu kan ve vahşet tezgâhı üzerinde yapılan pazarlıktır.”

Hoşaf Sami ağzı açık dinliyordu. Şiktan’ın boşları toplamasıyla kendine gelerek; “İyi yazdın vallahi Şevket Şadi…” dedi. Sonra Cenap Hoca’ya dönerek; “Bu namussuz çetenin kirli çamaşırları ortada iken kanlı elini sıkmak nasıl bir muhalefet anlayışıdır Hocam. Bir de Demirtaş’ın, ‘Koruyamadık, affetsinler’ lafı var. Ne diyorsun?”

Cenap Hoca sandalyesine biraz daha yerleşerek; “Lamı cimi yok, katili meşrulaştırmaktır bu. Koruyamadık lafına gelince, samimi özeleştirisine ben mitingi düzenleyenlerin de katılmasını beklerdim. Suruç, Diyarbakır vd ortada iken, iller, ilçeler kapatılıp kapatılıp insanlar yok edilirken, böylesi bir ortamda öngörü şüphesiz çok önemliydi. Yaşanan katliam görünemez değildi, görülebilir ve önlenebilirdi. Demirtaş’ın bu özelleştirişi de buna vurgu yapıyor zaten. Belki biraz ağır olacak ama istifa istemek o kadar kolay bir söylem değildir. Herkes kendi sorumluluğunu düşünüp istifa mekânizmasını bence öyle değerlendirmeli. İş bırakmak bir etkin eylem ancak onlarca canın sorumluluğu sırtınızda iken daha ötesine, kapsamlı bir özeleştiriye ihtiyaç olsa gerektir.”

Şiktan çayları tazelerken sormadan edemedi; “Peki, 1 Kasım’da ne olacak Cenap Hoca?”
“1 Kasım’ı çoktan geçtik de senin haberin yok Şiktan, çayı götür de sen bana şöyle okkalı bir kahve getir. Zihnimin yorgunluğunu alır belki.”
Masadakiler hep bir ağızdan “bize de, bize de” diye çayları geri gönderdiler. Şiktan kahve siparişleri için uzaklaşırken masaya yine o ağır hüzün çöktü, koskoca bir ülkenin üzerine çöktüğü gibi…