Mağdurların tanıklığın

'1 Mayıs'77 : Bir kırılma noktası ve aydınlatılmamış kitle kırımı' (2)



‘POLİS ARACIYDI’
Mağdurların tanıklığını doğrulayan çok önemli bir başka tanık dönemin Mali Şube Müdürü Recep Ordulu’ydu. Sadece Ordulu’nun “kanlı 1 Mayıs”taki tanıklığı bile, bulunduğu konum göz önüne alınırsa katliamın önemli “delillerinden” sayılabilirdi. Çünkü 1997 yılındaki açıklamalarında “meşhur” beyaz Reno’yu, açık, net ve hiçbir kuşkuya yer vermeyecek biçimde tanımlayıveriyordu: “Polis Reno’suydu. Halka değil, havaya ateş açıyordu. Olayı başlatan bu ateş ediş değil. Panzerlerin dönmesi, patır patır atış, panikteki milleti iyice panikletti. Polis de paniklemiş olabilir. Sol gruplar, Saraçhane’de toplandı. Meydana getirdik. Meydana giriyorduk, en öndeydim. Oto yedek parçacılarının olduğu Ömer Hayyam’dan geldik. DİSK, en son grubu sokmak istemiyordu. Bu anı bekledi provokatörler.” Ordulu aynı açıklamalarında, polis Reno’sundan ateş açanlara ilişkin olarak da çok önemli bir kimlik tarifi yapıyor ama “Halen bir ilin emniyet müdürü” dediği bu kişinin ismini vermek yerine şu ifadeyle yetinmeyi tercih ediyordu: “İsim bazını sokmayalım. Adamı kahraman yapmayalım.” Ordulu’nun adını vermediği emniyet müdürü Mete Altan’dı. Ordulu’nun sözleri, diğer tanıklıklarla birlikte Rasim Öz’ün anlattıklarıyla da perçinleniyor ve sağa sola dağılan bilgiler, bir “yap-boz”u şekillendirmeye başlıyordu: “İnsanlar alana girmek için birkaç polis kontrolünden geçiyor, ama beyaz Reno fütursuzca alana girebiliyor. Beyaz Reno alana sokulduğunda toplantı sürüyordu. Bunlar polis olmasa kesinlikle içeri alınmaz. Nitekim görüntülerde var: İnsanlara ateş ederek giderken bir komiser arkasından koşuyor, duruyorlar, sonra onlar bir şey söylüyor, komiser bırakıyor ve birkaç polis ekibi kordonu bulunmasına rağmen beyaz Reno’ya kimse dokunmuyor ve gidiyor. İçinde kimler vardı, onları kimler bıraktı; bugüne kadar cevapsız kaldı.”

‘TETİKÇİ A. ÖZEL GÖREVLİYDİ’
Elbette, bütün diğer katliamlar, faili meçhuller gibi bunun da yanıtı vardı. Uğur Mumcu’nun da yazdığı ve sorular yönelttiği “A...”yı, katliamın faillerinden bu önemli ismi Celalettin Can, bütün ayrıntılarıyla anlatıyordu: “Sonradan öğrendik; ateş eden A.K. bir özel görevli. Bu özel görevli bir yıl sonra sol bir grubun içine sızarak yetkili noktalara geliyor.

‘KATLİAMI ABAS, EYMÜR, GÜNDEŞ PLANLADI’
Anlatılanlara göre, A.K. sadece tetikçiydi. Oysa bu büyük “organizasyon”un beyin takımı bulunmalı ve Meydan’a yayılan masum insanların cesetleri üzerinden yürüyecek kadar acımasızlaştıkları yolun bir hedefi olmalıydı. Celalettin Can’a göre ‘yap-boz’u tamamlayan unsurlar şunlardı:“Öğrendiğimiz, 1 Mayıs katliamının MİT Müsteşar Yardımcısı Hiram Abas’ın, o dönem yakın çalışma arkadaşlarından Mehmet Eymür, yine MİT bölge sorumlusu Nuri Gündeş, yine MİT’te çok önemli görevlerde bulunan (askerler adına) Orhan Kilercioğlu tarafından planlamasının yapıldığı idi. Bu ekip, 1971 ve Kızıldere’den başlayarak tüm 70’li ve 80’li yıllar boyunca, toplumsal demokratik hareketin tasfiye edilmesi ve maniple edilmesi için iş başındaydı. Hiram Abas sonradan MİT müsteşarı oldu, Mehmet Eymür 93-96 kayıplar ve yok etme sürecinde, 96’ da ortaya çıkan Susurluk çetesinde kilit unsurdu. Nuri Gündeş, Susurluk sürecinde gizli başbakan Özer Çiller ‘in danışmanı olacaktı, Orhan Karaevli 80 sonrasında general olacak, ANAP’ta siyasete atılacaktı, Özal’a dönük operasyondan sonra Mesut Yılmaz’ın yanında yer alacaktı. Mayıs 1977’de, Inter Continental’in güvenliğinden sorumlu emniyet müdür yardımcısı Mehmet Akzambak’tı. Sular idaresinden sorumlu emniyet müdür yardımcısı Metin Gül’dü. Mete Altan ise 90’lı yılların ortalarına doğru Antalya Emniyet Müdürü’ydü. Kendi döneminde Mehmet Eymür, Korkut Eken, ‘Yeşil’ lakabıyla bilinen Mahmut Yıldırım gibi ‘derin ilişkiler’in Antalya’da iş tutması tesadüfi değildi. Türk gladyosunun cenneti Kıbrıs’ın, Antalya’nın ayağının altında olmasını da bunun yanına koymak gerekiyor. Eymür, Kıbrıs ve İsrail’e yakın kesimleri hep sevdi. 1982’de Hiram ustası ile Beyrut’taydı. Şimdilerde ise Amerika’da ve yeni zamanlarda Türkiye’de yeniden iş başı yapmanın hazırlığını yapıyor.”

‘DEMEK Kİ, UĞUR GÜR BİZZAT FAİL!’
Olayın sorumluları yerine mağdurlarının yargılandığı yargılama aşamasında ne polis telsiz kayıtları ne de video çekimleri olayın aydınlatılmasına yetmedi
Rasim Öz, o dönemde DİSK ve Maden-İş’in Hukuk Dairesi Müdürü olması nedeniyle, katliama yalnız tanıklık etmemiş belgelemişti de. Öz, “Kürsüde görevliydim. 8 mm’lik kamerayla çekim yapıyordum. Tespit ettiğim çok somut bir gerçek var. Emniyet makamları sonradan diyorlar ki, ‘Sular İdaresi’nin üstüne olaydan sonra polisler çıktı’.
Polis şefi Uğur Gür, ‘Çıkan bendim, fotoğraflardaki ben olmalıyım,’ diyor ama bu doğru değil. Çünkü 8 mm’lik çekimlerde, daha olay olmadan yaptığım çekimlerde, Sular İdaresi’nin üstündeki çelik yelekli, ince, uzun namlulu, sivil giysili, polis oldukları anlaşılan kişiler açıkça görülüyordu. Sonradan İçişleri ve Adalet bakanları ile emniyet yetkilileri bunu basına farklı yansıttı. Uğur Gür baştan beri oradaysa, o fotoğraftaki kendisi ise o zaman bizzat olayın faili demektir,” diye anlatıyor o günü. Provokasyon yalnız Rasim Öz’ün çektiği filmle değil, bizzat polis telsizinin deşifresiyle de belgeleniyor, bu delillere boş kovanlar eşlik ediyordu:
“Polis telsizinin bant kayıtlarını deşifre ettirdik.
‘Biraz sonra olay başlayacak’, ‘sirenleri çalın’, ‘ses bombası atın’, ‘topluluğa su sıkın’ diye talimatlar var. ‘Bunlar kimlerdi’ diye soruyoruz, ona cevap verilmiyor emniyette. MKE’nin ürettiği, yalnız polis tarafından kullanılan mermilerin kovanlarını da verdik mahkemeye. Polis dışında uzun namlulu silah kullanan yok, bu silahların mermilerini de o silahlar atabiliyor. Silah bulamadık dedikleri yerde boş kovanlar var. Resimleri, filmleri büyüterek adli tıbba gönderdik, mahkeme bunların emniyete birer suretini gönderdi. Pekalâ kimlikler tespit edilebilirlerdi. Ama emniyet tarafından bu yazılara olumlu, olumsuz tek yanıt verilmedi. Bu, devleti gizli olarak yöneten, yönlendiren bir çetenin hakimiyetinin en açık kanıtıydı.”
Rasim Öz’ün anlattıklarına göre, o sırada Inter Continental’de çalışan personel korktuğu için isimlerini vermek istemiyor ama dönemin Oleyis Şube Başkanı Ali Kocaman’a Amerikalılar’ın geldiğini, orada kaldıklarını, personelin içeriye sokulmadığını, sadece çay kahve götürdüklerini, polislerden ve onlardan başka kimse olmadığı ve olayın akabinde uçup gittiklerini söylüyorlar. Otelin güvenlik sorumlusu eski Emniyet Müdürü Mehmet Akzambak ise; bütün bu bilgilere rağmen, otelde olup bitenlerden hiç haberi ve bilgisi olmadığını söylüyor hatta savcıya, “O sırada binanın arka tarafında denizi seyrediyordum,” diyordu.
İnandırıcı bir gerekçe bile söyleme zahmetine katlanmayan, üstelik “görevliyken, denizi seyrederek” görevinin başında olmadığını “itiraf” edecek kadar soruşturma sonucundan “emin” olan emniyet görevlilerinin hiçbiri yargılanmazken, dava açılan kişiler yine mağdurlar oluyordu.

YARGIÇLAR DA TANIKTI
Öz’ün, “Çok iyi niyetliydiler, savcılar çok dürüst insanlardı ama görüyoruz ki Türkiye’de yargı, yürütmeye hâkim değil. Savcı ‘gönderin’ diyor. Ama idare, İçişleri Bakanı, polis yanıt vermiyor. Mahkeme bütün tanıklarımızı kabul etti,” dediği yargıçlara kala kala mağdurları yargılamak kalmıştı. Ancak tarihin garip cilvesi, mahkeme üyeleri yalnız yargıç değil tarihe de tanıklık etmişti. Öz, o günü şöyle anlatıyor: İstanbul 1. şube’de, teşhis başlamıştı. Polisler rasgele teşhis ediyorlardı. Bir polis, aynı saatlerde, fakat başka yerlerde tam 16 kişiyi birden teşhis edince savcıdan esalı bir ‘fırça’ yiyecekti.

YALÇIN ERGÜNDOĞAN ANLATIYOR
O tarihte İzmir’de DİSK 3. Bölge Temsilciliği’nde (temsilci danışmanı) görevli Yalçın Ergündoğan, mahkeme üyelerini bile çileden çıkaran, zaman zaman da güldüren 1 Mayıs sanıklığını(!) sorgulama sürecinden başlayarak, anlatıyordu: "Nihayet beni de bir polis ‘teşhis’ etti. Evet, ben de ‘sanıktım’ artık. Polis, savcıya verdiği ifadede, elimde demir çubuklarla, ’Tek Yol Devrim’ diye bağırarak polis panzerine saldırırken yakalandığımı söylemişti. (Bilmeyen gençler için açıklamakta yarar var; o günlerde biz solcuları birbirimizden en ayırt edici özelliklerimiz ‘sloganlarımızdı’.) Oysa ki ben TKP’li idim. Sloganlarımız farklı idi. (Yani polis teşhis etmemiş, rasgele tespit etmişti.) Biz, ‘sanık’ durumuna düşmüş kişileri gruplar halinde günlerce sorgusuz, suıalsiz kaldığımız emniyet hücresinden alıp, emniyette savcının karşısına çıkardılar. Sayımız teşhis işleminden sonra 98’e düşmüştü. Aramızdan 17 kişiyi tutukladılar ve cezaevine gönderdiler. Geri kalan bizleri de, gece yarısını geçtikten sonra beşerli gruplar halinde salıverdiler. İfadeler gündüz alınmasına rağmen gece yarısını geçe bizleri saldılar. O sıralarda; ‘emniyetten kaçarken vuruldu’ şeklindeki olaylar pek sık olduğundan, bizler de endişelenmiştik açıkçası. Hücre arkadaşım Mustafa Gürkan’ın tecrübesi ile kapıdan hemen bir taksi bulup emniyetten uzaklaştık. İstanbul 2. Ağır Ceza Mahkemesi’nde açılan dava yıllar sürdü. Sıkıyönetim ilan edilince dava sıkıyönetim mahkemelerine devredildi. Sıkıyönetim döneminde
‘mahkeme çağrılarımız’; radyolardan ve televizyondan açık kimliklerimiz ve adreslerimiz okunarak yapıldı..."

SUÇLANAN ‘MAOCU’LAR
O dönemde yargılananlardan biri de Kahraman Yılmaz’dı. Ama O’nu polis değil, dönemin DİSK yöneticileri oturtmuştu sanık sandalyesine. DİSK, onu ve arkadaşlarını “provokasyon yaratmak”la suçluyordu.
Bağımsız Tüm Maden-İş Sendikası Genel Başkanı Kahraman Yılmaz, o günü anlatırken suçlamalara da yanıt veriyordu: “Sendika, ‘Maocu’ taraftarı olduğu için DİSK yöneticileri tarafından alana alınmayacağını hesaba katarak kitlemizi Mecidiyeköy üzerinden Şişli istikâmetine doğru yürüttük. Orada küçük bir anma yaptık. Bizim tahminlerimize göre, etkinliğin bitmesi gerekiyordu. Saat 19.00’u geçmesine rağmen etkinliğin bitmediğinin haberini aldık. Kitlemizle Taksim’e doğru hızla yürümeye başladık. Taksim PTT’nin önüne geldiğimizde, tekstil işçilerinin barikatıyla karşılaştık. Kortejin önünde ben vardım. Onlarla ben konuşuyordum. Tartışma çok kısa sürdü, çünkü zorlamadık alana girmek için. Herhangi bir çatışma çıkmasını istemiyorduk. Tam o sırada birden, sanki sopalar kırılıyormuş gibi, ‘çat çat’ şeklinde sesler geldi ve birden barikat ortadan kalktı. İşçiler dağıldı. O anda kitlenin dalgalar halinde Kazancı Yokuşu’na doğru kaydığını gördüm. Öyle bir yoğunluk vardı ki, silah sesleri kırılan bir sopa sesi gibi geliyordu. Düşünebiliyor musunuz, silah sesleri kitlenin uğultusu arasında boğuluyor, kırılan sopa sesi gibi geliyordu. Daha sonra bizim kitle üstteki parka doğru çıktı. Çünkü çatışma bizim tarafımızda değildi. Alanın birkaç saniye içinde boşaldığını ve otelin üst katlarından net bir şekilde ateş edildiğini gördüm. Aynı ateş Sular İdaresi’nden de yapılıyordu. Alanda hâlâ epey insan vardı. Panzerler birkaç kişiyi altına alarak ezdi.”

'BİR DE SİYAH ARAÇ VARDI'
Kahraman Yılmaz’ın anlattıkları diğer tanıklarla benzerlik taşısa da, çok önemli bir ayrıntıyı anımsıyordu. O’nun gördüğü bir araç daha vardı ki, o beyaz değil siyahtı:
Daha sonra siyah bir araba boydan boya alanı tarayarak geçti. Ve ardından Kazancı yokuşunda pek çok insanın boğularak öldüğünü gördük. Kazancı Yokuşu’nda tuzak kurulduğunu o anda görmüş olduk. Cesetlerin çoğunu arkadaşlarla birlikte biz topladık. Burada ilginç olan; artık ‘Maocular’ ya da ‘sosyal faşistler’ kalmamış, herkes elbirliğiyle cesetleri topluyor, yaralıları hastanelere ulaştırmaya çalışıyordu. Pratik bize bunu göstermişti ama biz hâlâ bunu göremiyorduk. Ve olayın oluşumunda, sendikamızın provokasyona katkı yapacak en küçük bir rolü olmamasına rağmen, DİSK bizi, katliama sebebiyetten mahkemeye verdi. Sadece bir iddia olduğu mahkemede de ortaya çıktı. En ufak bir belge sunamadılar. Tüm Maden-İş’in ve o düşüncenin katliama hiçbir katkısının olmadığı, aksine provokasyon olmaması için çok hassas davrandığı ortaya çıkmıştı.
Nitekim DİSK avukatlarından Rasim Öz de yıllar sonra bunu doğruluyor ve “Evet, başlangıçta DİSK’te böyle bir düşünce vardı. Ama dava süreci içinde tanıkların anlatımlarından gördük ki, kesinlikle ilgisi yok,” diyordu.

YARGIÇLARI DA GÜLDÜREN GARİPLİKLER:

DİSK 3. BölgeTemsilciliği’nde temsilci yardımcısı ve danışmanı olarak görevli Yalçın Ergündoğan’ın mahkeme anıları hayli ilginç:
» Duruşmalardan birinde; yargıç bir sanığa nasıl yakalandığını sordu. Aldığı cevap şuydu: Efendim ben Bursa’dan İstanbul’a gezmek için gelmiştim. Dolmuşta yakalandım. Üzerimde ‘öğretmen kimliği’mi gören polis üzerimi aradı. Eşime İstanbul’dan aldığım ‘naylon kadın çorabı’nı bulunca, 'Bununla yüzüne maske yapıp banka soyacaktın değil mi?' diyerek; beni tutukladı...

»Bir diğer duruşmada ise; bir ‘tanık polis’ ile, sanık arasındaki diyalog salondaki herkesi çok güldürmüştü.
Yargıç; tanık polise soruyor: Sen bu sanığı nasıl teşhis ettin?
-Efendim bu kişi 'Maocuların reisi' idi.
- Yargıç yanıtı doyurucu bulmaz ve yeniden sorar: Nereden anladın?
- Efendim sanığın elinde Kızıl Çin bayrağı vardı. Bayrağı sallıyordu. Kalabalık da onun talimatlarına uyuyordu. Bu kişi, yat deyince hepsi yatıyor, kalk deyince kalkıyorlardı!..
Bu kadarına dayanamayan sanık söz alıp ve yargıca sorar:
- Efendim tanığa sorar mısınız, ‘Kızıl Çin bayrağı’ dediği bayrağı tarif etsin !..
Polis, bayrağı tarif edemeyince; yargıcın da sanıklarla birlikte kahkahalarını tutamaması kaçınılmaz oldu.

'KATLİAM AYDINLANMAZSA YENİDEN DENEYECEKLER' Türkiye’de 29 yılın ortaya koyduğu ilişkiler zinciri, siyasi gelişmeler, ‘tesadüfen’ ortaya çıkan ‘Susurluk’a ilişkin bilgiler, bugün 1 Mayıs’ın nedenlerini ve sonuçlarını yorumlamayı oldukça mümkün kılıyor.
Yazar Suat Parlar’ın “1 Mayıs katliamı aydınlatılmalıdır. Çünkü ‘onlar’ açısından ‘modeldir’ ve yine denemek isteyeceklerdir” diyerek oldukça önemli bir çıkarsama yaptığı katliam, bir başka yazara göreyse çoktan aydınlatıldı. Gazeteci-Yazar Faruk Mangırcı, “Çankaya Savaşları” adlı kitabında, katliama ilişkin Orgeneral Namık Kemal Ersun'dan bahsediyor: "1 Mayıs katliamı, patlayan bombalar, insanların suikastlara kurban gitmesi gibi olayların ardından 5 Haziran'da yapılacak seçimlerin hemen öncesinde Ersun ve arkadaşları yönetime el koyacaktı. Sır perdesi egemen güçler tarafından aydınlatıldı, ancak kamuoyu bu bilgilere hiçbir zaman ulaşamadı. 1 Mayıs katliamının üzerinden yaklaşık 23 yıl geçti. Devletin çelik çekirdeği 1 Mayıs katliamını örtbas ederken, Ersun ve ekibi sadece emekliye sevkedilerek cezalandırıldı.”
1 Mayıs katliamının tüm ayrıntıları ancak, faillerin bulunup, sorgulanması ve yargının önüne çıkarılmasıyla mümkün olabilir. Ancak, aradan geçen 29 yılın ortaya koyduğu ilişkiler zinciri, siyasi gelişmeler, ortaya atılan isimlerin başka olaylardaki rolleri, devlet içindeki güçleri, “tesadüfen” ortaya çıkan “Susurluk”a ilişkin bilgiler, bugün 1 Mayıs’ın nedenlerini ve sonuçlarını yorumlamayı oldukça mümkün kılıyor. 2006’dan 1977’ye bakınca görünenler, farklı yerlerden de baksalar tanıkları benzer değerlendirmelerde buluşturuyor.

'LANETLE ANILACAKLARDIR'
Kuşağının gençlik lideri Oğuzhan Müftüoğlu, 1 Mayıs olaylarının nedeni ve sorumluları ile ilgili şu tespitleri yapıyor: 1 Mayıs 1977 Türkiye’yi 12 Eylül’e doğru sürükleyen olaylar zinciri içinde büyük önem taşıyan çok büyük bir provokasyondur. Olayların akışı o tarihten itibaren yön değiştirmiş, Türkiye büyük bir iç savaş sürecinin içine sürüklenmiştir. Bu olaylarda kuşkusuz 1 Mayıs öncesindeki sağlıksız çatışma ortamını yaratanların büyük sorumluluğu vardır. Bu gruplar hiçbir zaman bu sorumluluklarını kabul etmediler. Ama asıl sorumluluk kuşkusuz Türkiye’yi yönetenlerindir. Bu provokasyonun mahiyeti ve asıl sorumluları aradan geçen 30 yıla yakın zamana rağmen hâlâ açıklığa kavuşturulmamıştır. Bu yüzden dönemin sorumluları ve yöneticileri bu katliamın vebalini omuzlarında taşımaya devam ediyorlar. Bu olayların gerçek yüzü bir gün mutlaka açığa çıkacaktır. Demirel ve diğerleri belki o zaman ölmüş olurlar. Ama sorumlu olanlar mutlaka açığa çıkacaktır ve tarihte bu ve benzeri katliamlardaki sorumlulukları yüzünden lanetle anılacaklardır.

'BİR SAVAŞ STRATEJİSİYDİ'
“Bu olağanüstü güzellikteki emek bayramının, gösterisinin ve sevincinin, herkesi kıskandıracak bu coşku, güç ve eylemin öncesinde de, o gün de, birilerinin yüreğine korku salması kaçınılmazdı,” diyen dönemin DİSK avukatlarından Bahri Belen, “Ancak silahsız, saldırısız bu gösterinin bir savaş stratejisi ile sonlandırılması Türkiye siyasal tarihinin onarılmaz yarasıdır,” değerlendirmesini yapıyor ve ekliyor,
“Türkiye bu olayı aydınlatamadığı, sorumlularını ortaya çıkaramadığı sürece, 16 Mart 1978 benzeri katliamlardan, Susurluk karanlıklarından, Şemdinli Bataklığı’ndan kurtulamaz. Oysa Türkiye’nin demokratik bir toplum için şeffaf bir devlete, günışığında bir yönetime ihtiyacı var.”

'SAYIN DEMİREL KONUŞUN!'
DİSK avukatlarından Rasim Öz de, katillerin bilindiğini ve resmi güçlerin içinde olduğunun açıkça anlaşıldığını söyleyerek, dönemin Başbakanı Süleyman Demirel’e şöyle sesleniyor: “Bülent Ecevit’in Taksim mitinginden önce, Demirel gönderdiği gizli mektupta ‘Tıpkı 1 Mayıs’taki gibi aynı güçler sana suikast yapacak, bunu iptal et’ diyordu. Sayın Demirel 1 Mayıs’taki güçlerin aynı şeyleri yapacağını biliyordunuz da neden DİSK’e bildirmediniz? Niye savcılara ifade verip ihbar etmediniz? Benzer güçler kimler? Birini bildiriyorsanız da, öbüründe niye susuyorsunuz? Suçu bilerek saklamak da suçtur. Dava zaman aşımına uğradı; hiç olmazsa tarih için söyleyin, insanlık için söyleyin.”
Bugüne kadar bu çağrılara hiçbir yanıt alınamadı. Oysa beş kişiden oluşan Toplum Suçları Savcıları hazırladıkları, 1 Mayıs davasının iddianamesine aynen şu cümleleri koymuşlardı: "Yurt ve insanlık düşmanı karanlık güçler ve emniyet mensuplarının da yarattığı panik, korku ve kusurlu davranışlar sonucunda 35 kişi öldürülmüş, 126’yı aşkın kişi de yaralanmıştır."
Ve 29 yıl sonra 78’liler Girişimi, bu katliamı tümüyle aydınlatabilmek için harekete geçti. Zaman aşımına uğrayan davayı yeniden açtırabilmek üzere, İçişleri Bakanlığı’na bir dilekçe veren 78’liler Girişimi, şimdi de 1 Mayıs Katliamını Araştırma ve Adalet Komisyonu’nu kurma hazırlığındalar...

KOTRGERİLLA SÜRECİNDE TÜRKİYE
Olayların mutlaka aydınlatılması gerektiği görüşünde olan araştırmacı yazar Suat Parlar, eğer olay karanlıkta kalırsa yeniden deneyebilecekleri görüşünde. Parlar, oldukça önemli soru, bilgi ve tespitlere yer verdiği “Kontrgerilla Sürecinde Türkiye” adlı kitabında şunları yazıyor: Halkın üzerine ateş açılan Intercontinental Oteli, Şili Devlet Başkanı Salvadore Allende’nin devrilmesinde CIA ile işbirliği yapan ITT şirketinin oteller zinciri içindedir. Alana çıkan Mete Caddesi üzerinde bulunan AME-SET adlı ve ITT’ye bağlı şirketin son derece iyi Türkçe konuşan müdürü Ankara’daki ABD askeri misyonu TUSLOG’da görev yapmış ‘emekli’ bir albaydı. Özel harpçilerin ‘sivil’ uzantılarla birlikte hareket ettiği, kontr-gerillanın tüm birimlerinin devreye sokulduğu bir katliamdır, söz konusu olan. Sonuç ve etkileri ise uzun vadeli planlar açısından değerlendirilmiş, Türkiye’yi 12 Eylül’e taşıyan sürecin en önemli köşe taşlarından biri olmuştur. Ancak, tüm bilinenlere rağmen, olayın ayrıntılarının vakit geçmeden gün yüzüne çıkarılması gerekiyor. 1 Mayıs katliamı ‘onlar’ açısından
‘modeldir’ ve yine denemek isteyeceklerdir.

'ERSUN VE 200 KONTRGERİLLACI...'
Gazeteci Faruk Mangırcı, 2006’da yayımlanan “Çankaya Savaşları” kitabında, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Namık Kemal Ersun'un üzerinde duruyor. Mangır’ın kitabının, 113. ve 114. sayfalarında 1 Mayıs katliamına ilişkin şu bilgiler yer alıyor:
1 Mayıs katliamından dolayı kimse ceza almadı. Üstelik gözaltına alınanlar arasında hiçbir resmi görevli bulunmuyordu. (...) Nisan ayının son günlerinde CHP lideri Ecevit, Niksar, Şiran ve Erzincan'da düzenlediği toplantılarda saldırıya uğramıştı. 29 Mayıs'ta yine Ecevit'e İzmir Çiğli Havaalanı'nda başarısız bir suikast girişimi düzenlenirken aynı gün İstanbul'da Sirkeci Garı ve Yeşilköy Havaalanı'nda bombalar patlamış ve yedi kişi ölmüş, 40 kişi de yaralanmıştı. Emekli Orgeneral Memduh Ünlütürk, 3 Haziran tarihinde Son Havadis gazetesine verdiği demeçte, "Bu olaylar burada bitmeyecek arkadaş , daha çok devam edecek," diyerek birşeylere dikkat çekiyordu. 6 Haziran'da Ecevit, kaygılarını anlatmak üzere Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk'e gitti. Ecevit, (...) gazetecilerin sorusu üzerine, "Kuşkularım, Başbakanlığım sırasında edindiğim bazı bilgilere de dayanıyordu. Bunları, o bilgilerin niteliği bakımından, bütün açıklığıyla söyleme hakkını kendimde göremiyordum. Ancak, Sayın Cumhurbaşkanı'na bütün açıklığıyla arz edebilirdim," diyerek kontr-gerillanın varlığının kendisine ilk açıklanan siyasetçi olarak bildiklerini ve olaylarla ilgili görüşlerini Cumhurbaşkanı'na anlatıyordu. (...) Ancak, Ecevit, bildiklerini halkla paylaşmak yerine Cumhurbaşkanı'na aktarıyordu. Cumhurbaşkanı zaten yeterince bilgi sahibiydi. (...) Ama Ecevit, bu yürekliliği gösteremiyordu.

ERSUN'UN TASFİYESİ
(...) 3 Haziran 1977'de sürpriz bir kararname ile Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Namık Kemal Ersun emekliye sevkedildi. 1 Mayıs'ın üzerindeki sır perdesi devleti yönetenler tarafından aydınlanmıştı. Ersun ve 200 kadar kontr-gerillacı subay, 3 Haziran gecesi darbe yapmak üzere hazırlıklar yapmışlardı. Bu darbenin gerçekleştirilebilmesi için altyapı hazırlanacaktı. 1 Mayıs katliamı, patlayan bombalar, insanların suikastlere kurban gitmesi gibi olayların ardından 5 Haziran'da yapılacak seçimlerin hemen öncesinde Ersun ve arkadaşları yönetime el koyacaktı. (21) Sır perdesi egemen güçler tarafından aydınlatıldı ancak kamuoyu bu bilgilere hiçbir zaman ulaşamadı. (...) Emekli Orgeneral Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur'la (...) yaptığım söyleşide Paşa'ya 1 Mayıs katliamını ve 3 Haziran darbe girişimini sordum. (...) Paşa, (...) koltuğuna yaslandı ve gülümseyerek, "Namık Kemal'in ihtilalci yanı olduğunu biliyorum. Sürekli olarak ihtilal hazırlığı içindeydi. Bu hazırlıklara 1972 yılından itibaren kurmay kadrosu ile başladı. Ancak katliam yapabilecek kadar hain olup olmadığını bilmiyorum. Ben senato üyesi olarak, Meclis'te kurulan 1 Mayıs olaylarını araştırma komisyonu üyeleri arkadaşlarımla beraber İstanbul'a geldik. Çok araştırmalar yaptık ama hiçbir sonuca varamadan Ankara'ya döndük" dedi. Muhsin Paşa, üstü kapalı olarak darbe girişimini doğruluyordu...

B İ T T İ

» * '1 Mayıs'77 : Bir kırılma noktası ve aydınlatılmamış kitle kırımı' (1)