Emeğiyle geçinen, “sıradan yurttaş”ın muktedir kılmadığı bir demokratikleşme çok ciddi güçlüklerle karşılaşmaz mı? Demokrasinin her uğrakta yeniden ve yeniden kazanılması/korunması/geliştirilmesi gerekmeyecek mi?

100 soruda muhtaç olduğumuz kudret...
Fotoğraf: DepoPhotos

Can ATALAY - Avukat

İsterseniz, Spartaküs’ten yahut bu topraklardan -örneğin- Şeyh Bedreddin’den başlatın, isterseniz kendisinden öncekileri içeren ve aşan 1789 “İnkılab-ı Kebir”inden başlayıp 1848 Cumhuriyetçiliği ile devam edin ve “Eşitlik, özgürlük, kardeşlik” deyin. İsterseniz 1908’in “hürriyet, müsavat, uhuvvet ve adalet” ile bize uyarlanmış halini seçin. İster -güncel görevlerle ilgili gerekleri azıcık ihmal edip- eşitlik ve özgürlük mücadelesi, deyin. İsterseniz 1917 Büyük Ekim Devrimi’nin ufkundan bahis açın. Ezenden değil ezilenden, sömüründen değil sömürülenden yana iseniz kendinize “tarih” bahsinde bir koordinat tayin etmek durumunda kalırsınız.


Nerden geldik, neleri nasıl kazandık, kazandık saydığımızda neden/nasıl hatalar yaptık da kaybettik… “Tarihte trafik polisliği yapmak” için değil bugünün somut görevlerini tayin edebilmek için. Ezilmeye ve sömürülmeye itiraz edenlerin de bir tarihi, bu mücadelenin, “dava”nın da bir geleneği vardır. Bu “gelenek” ve “dava” bahislerine güncel bağlamı ve geleceğe uç veren, vermesi zorunlu yönleri ile değinmek istiyorum.

Malum, Gezi davasında tutuklu beş kişi tutukluluklarının 100. gününde 100 soru sordu. Sevgili Güray Öz ağabeyim; Birgün Pazar’da (7 Ağustos 2022) “100 Soruda Hukuk Dersleri” yazısında Fethi Naci’nin “100 Soruda…” dizisine gönderme yaparak söze başlıyor. Fena fikir değil, madem”100 Soru”dan gidiyoruz acaba bu “100 Soru” işini politik gündemlerimize uygulayamaz mıyız diye düşündüm. Örneğin “100 Soruda Geleneğimiz”, “100 Soruda Bağımsızlık”, “100 Soruda Demokrasi”, “100 Soruda Sosyalizm”. Belki de tarihte de son zamanlarda sık sık yaptığımız gibi bunları ayrı ayrı başlıklarda değil de iç içe geçmiş, birbirine bağlı halkalar olarak ele alacağımız “100 Soruda Bağımsızlık, Demokrasi, Sosyalizm”…

2022 Türkiye’sinde bu üç kavramın birbiriyle bağlantılı olarak ele alınmasının ve de ayrı özgünlükleri ile kavranmasının güncel politik imkânlarına ve işaret ettiği görevlere dikkat çekmek istiyorum.

En zorundan başlayalım; sosyalizm bahsinden, “bizim şu büyük hikâyemiz”den. Bu başlığın içeriği, yolu, hedefleri konusunda kolayca anlaşamayabiliriz. Gayet normal; ancak bu sorular sormamıza ve yanıtlarını müştereken aramamıza engel değil. Sosyalizmi salt bir kalkınma sorunu olarak mı görüyoruz? Sosyalizm anlayışımız, sorunlarımızın salt “belli bir biçimde çözümlendiği” mi, yoksa “sorunlarımızın çoğulcu bir bakışla çözülmesini sağlayacak bir ortam” tarifi yönünde mi? Emeğin sömürüsü ile birlikte ekolojik kriz cenderesine bizi sıkıştıran doğanın sömürüsünü de dikkate almayı, toplumsal cinsiyet eşitsizliklerini aşmayı eş önemde görüyor muyuz? Bu konularda çok yönlü bir yaklaşımımız olmalı mıdır? Üretim araçları üzerinde karar verme hakkının toplumsallaşmasını, kamuculuğu ve benzeri başlıkları yukarıda sayılan “eş önemde”ki başlıkların önemli bir unsuru, tanım yerindeyse “zorunlu bir uğrağı” olarak mı görüyoruz? Yoksa ve tüm bu başlıklar ve nesnel tarihsel koşullar bugünden başlayan çoğulcu bir kurucu mücadeleye işaret etmiyor mu? Çoğulculuk başlığına kurucu bir önem atfediyorsak daha bugünden farklılıkları güvence altına alan demokratikleşmeye, “demokrasilerin demokratikleşmesi”ne dikkatlerimizi yöneltmemiz gerekmiyor mu?

Bağımsızlık başlığı ise nispeten kolay. Çünkü bu konuda bütün demagojilerin yakından tanığıyız. Ama biz yine de sorarak ilerleyelim. AKP’nin son yıllarda bolca yaptığı iç politika gösterilerinin, “üst akla kafa tutmak, yerli ve milli olmanın" anti-emperyalizmle bir ilgisi alakası olabilir mi? “Emperyalizme bağımlılık” bir emir komuta zinciri midir yoksa sistemik bir bağımlılıktan mı söz ediyoruz? Bugün “bağımsızlıkçı” bir politik çizginin öncelikleri/zorunlulukları nelerdir? İçe kapanmadan “otarşik iktisadı” savunmanın gerçeklikle uzak yakın ilgisi olmadığını bilerek “üreten bir toplum” bağımsızlıkçı siyasetin en önemli başlıklarından biri değil midir? Başta gıda egemenliği olmak üzere kendi kendine yetmeyi gözeten, bunun yanında “mütekabiliyet, eşit karşılıklılık esası”na uygun bir iktisadi konumlanma olmadan “bağımsızlık”tan söz edilebilir mi? Tavizsiz bir barış siyasetinin; bölgede emperyal hevesler peşinde koşmanın ancak emperyalizme ve “büyük güçlere” daha fazla manevra alanı açtığını bilerek hem yurtta hem dünyada hem de bölgemizde amasız fakatsız bir barış imecesi zorunluluğu anlaşılmadan bağımsızlıkçı bir politika mümkün müdür? Kabaca 1789’dan bu yana diyelim; insanlığın dişle tırnakla müştereken elde ettiği “insan hakları hukuku” kazanımı sözkonusu olunca “yerli ve milli” ama emperyalizme karşı esas verilmesi gereken tüm sınavlardan çakan hem siyasal İslamcı (AKP) hem ülkücü (MHP) geleneğin karşısına kamilen ayakları üstüne dikilen bir “bağımsızlıkçı” mücadele ertelenebilir mi?

Yerküre her gün daha fazla iklim krizinin cenderesinde sıkışırken “bağımsızlık” demeyi aklından geçiren herkesin önce “ırmağın akışı”ndan, yeraltı sularının gün be gün çekilmesinden, kuraklıktan, yıldan yıla artan orman yangınlarından sözlüye kalkması gerekmez mi? Büyük Britanya’dan çöp ithali sürerken aksi mümkün müdür?

Demokratikleşme, demokrasi başlığını; üçlünün kilidi veya tutacağımız halka olarak görüyorum. Sorulara buradan devam edelim. Demokratikleşmenin bugün için ilk ve zorunlu uğrağı parlamenter demokrasi midir? Başta yargı olmak üzere asgari kurum ve kuralları ile ayakları üzerine dikilen bir “demokrasi” bizim için gündem dışı veya ikincil bir başlık olabilir mi?

Emeğiyle geçinen, “sıradan yurttaş”ın muktedir kılmadığı bir demokratikleşme çok ciddi güçlüklerle karşılaşmaz mı? Demokrasinin her uğrakta yeniden ve yeniden kazanılması/korunması/geliştirilmesi gerekmeyecek mi? Erdoğancılığı hem çağıran hem de ona sürülmüş mümbit bir toprak bırakan (çok eksik bir özetle) neoliberalizm (24 Ocak 1980) ve “örgütsüz toplum”(12 Eylül 1980) tahribatı değil midir? İktisadi/sosyal kararlar sermayenin hegemonyasında salt “teknik” bahislere indirgenip teknokratların insafına bırakılabilir mi? “İnayet” beklemeyen, hakları ve özgürlüklerini yeniden (ve yeniden) kazanabilecek olan, hakları ve özgürlükleri ile var olan “eşit yurttaş” demokratikleşmenin hem faili hem garantörü değil midir? Tüm bunlar için -eskilerin dediği gibi- “kilit” sorunu kavramak, istibdatı aşmak, bu hedefi en başa yazmak zorunlu değil midir? Ve belki de en önemlisi demokrasi mücadelesi hem bağımsızlık hem de sosyalizm doğrultusunun muhtaç olduğu “kudret”tir, sonucuna varmıyor muyuz? Çoğulculuk esasına dayanan bir demokratikleşme olmadan bağımsızlıkçı bir siyasal çizgiden değil muktedirin o anki çıkarı uyarınca bir o bir diğeri olmak üzere “büyük güçlerle” her biri zararımıza bir ipi cambazlığından söz etmiyor muyuz? Özcesi, Türkiye’de bağımsızlığın, bağımsızlıkçı bir iktisadi ve siyasi çizginin hem koşulu hem güvencesi demokrasidir, diyemez miyiz?

Sonraki yazılarımda, sosyal adalet, hak mücadelesi ve kamuculuk başlıklarına değinmeye çalışacağım. Bu başlıklar, “bizim şu büyük davamız”ı somut kazanımlarla, hak (ve özgürlük) mücadeleleri ile bezenmiş bir pratikle göstermemizin, belagatle anlatmamızın da zemini olamaz mı? Kapitalizmin aşılmasının neden zorunlu olduğu fikriyatını yaygınlaştırmanın, hak (ve özgürlük) mücadeleleri ile ve bunların sonucu demokratik bir ortam ile bağlantısı yok mudur?

Osmanlılar siyaset konuşmaya “devlet sohbeti” derlermiş. “Yüksek siyaset” üzerine konuşmak, etkide bulunmak önemli, hem de çok önemli. Ancak bizim davamız, aşağıdan müdahaleyle devlet sohbetini “hürriyet, müsavat, uhuvvet ve adalet” mücadelesine dönüştürmektir. Nicedir el değmemiş olanları canlandırmak, bugün halihazırda sürmekte olanlarla bir dönüşüm nehrine akıtmak için çaba göstermektir.

Sosyal adalet, hak ve özgürlük mücadeleleri ile, eşit yurttaşlık ile bezenmiş bir demokratikleşme, demokratik ortam muhtaç olduğumuz “kudret”tir, kudreti biriktireceğimiz ortamdır.