12 Mart’ta sanık sandalyesinde, 12 Eylül’de ve Madımak davasında savunma koltuğundaydı. Anılarını kağıda döken Sarıhan “1980 Darbesi, 12 Mart’ta ‘kötülük’ adına ‘eksik’ bırakılanın tamamlanması gibiydi” dedi.

12 Mart’taki eksiği 12 Eylül tamamladı

Nurcan GÖKDEMİR

12 Mart 1971 darbe döneminde öğretmenlik yaparken “terör örgütü” üyeliği suçlamalarıyla sanık olarak yargılanması Şenal Sarıhan’ı farklı bir mesleğe yönlendirdi. Öğrencileriyle birlikte girdiği üniversite sınavlarında hukuk fakültesini kazanan Sarıhan, ondan sonra “siyasi avukat” olarak savunma kürsüsünde yerini aldı. Sarıhan hem sanık hem avukat olarak 12 Mart, 12 Eylül askeri darbelerini yaşadı 1990’lı yıllardaki olağanüstü hal dönemlerine tanıklık yaptı. Sivas katliamının avukatları arasında yer aldı.

Kuşkusuz meslek hayatının en ağır en sancılı dönemi 12 Eylül 1980 askeri darbesi ile başlayan karanlık dönem. Faşizmin en korkunç örneklerinin sergilendiği Mamak Askeri Cezaevi, aynı zamanda hukukun, adaletin adının bile anılmadığı uzun yargılamalara, idamlara kadar varan haksız hükümlerin verilmesine sahne oldu. Sarıhan “Bir Siyasi Dava Avukatının Anıları” ismiyle kitaplaştırdığı anılarında bu cezaevinde yaşadıklarına da yer verdi. “Sabah 09.00’da başlayan Mamak duruşma ve görüşmelerinden ya saat 24’e yaklaşırken ya da akşam saatlerinde gün batımlarında dönüyorum. Ben Mamak’ta yaşıyorum aslında” diye anlatıyor Mamak mesaisini.

Ama orası ile ilgili yaşadıkları Mamak’tan ayrıldıktan sonra da bitmiyor, ondan sonrası “Mamak’la yaşamak…”. O duyguları da kitabın sayfalarına şu sözlerle yansıyor: “Mamak’ı unutmak istiyorum, olmuyor. Eve gelince oğullarımı öpmeyi, eşime sarılmayı hak görmüyorum. Aramıza Mamak’ta bırakılmış yüzlerce yüz giriyor…”

Ülkenin acılı, çalkantılı tarihini bazen sanık bazen “siyasi avukat” bazen de siyasetçi ve hak savunucusu olarak tam ortasında yaşayan Sarıhan, anı kitabında topladığı tanıklıklarını BirGün’e anlattı.

ÖĞRETMENLİKTEN AVUKATLIĞA

Alt başlığı “Bir Siyasi Dava Avukatının Anıları” olan “Savunma Kürsüsünde ” kitabınız kısa bir süre önce raflarda yerini aldı. Yaşam öykünüzle özdeşleştirerek öğretmenlik ve avukatlık anılarınızın yer aldığı bu kitabı yazarken esas olarak neyi amaçladınız?

Bütün yaşamların anlatılmaya, kayıt altına alınmaya değer olduğunu düşünüyorum. Yaşamlarımız, aynı zamanda ülkemizin tarihi ile de örtüşüyor. Ben 68 kuşağından geliyorum. 1968’li yılları genç bir kadın öğretmen olarak yaşadım. Türkiye Öğretmen Sendikası (TÖS), ardından Türkiye Öğretmenleri Birleşme ve Dayanışma Derneği’nin (TÖBDER) örgütlü yapıları içinde oldum. İstanbul’da öğretmenlik yapmakta iken öğrencilerimle birlikte üniversite sınavlarına girerek hukuk fakültesine kayıt oldum. 12 Mart 1971’de pek çok aydın gibi tutuklandım. Dönemin tüm siyasi tutuklularının salınmasını sağlayan 1974 “affı”nın ardından, hukuk fakültesini bitirdim. Gözaltı, cezaevi ve mahkemede yaşadıklarım, beni siyasi dava avukatlığına yönlendirdi. 12 Eylül 1980 darbesi gerçekleştiğinde mesleğin ilk yıllarında idim. Hukuksuzlukları etinde hissetmiş eski bir sanık, yeni bir avukat olarak 12 Mart, 12 Eylül, 90’lı yıllar ve son yirmi yılda yaşadıklarımı bir savunman olarak kayda geçirmek istedim.

12-mart-taki-eksigi-12-eylul-tamamladi-1063985-1.

90 SANIKLI KIZLAR DAVASI

Öğretmenlikten avukatlığa geçişinizin ardından hem sanık hem avukat olarak yargısal süreçlere tanık oldunuz. 12 Eylül yargısı için neler anlatırsınız? O günlerden hafızanızda en fazla yer eden adaletsizlikler, hukuksuzluklar neler?

12 Mart, hukuksuzlukların yoğun yaşandığı bir dönemdi. Ancak, dışarıda süren mücadele bu dönemin daha kısa sürmesini sağladı. Ne var ki 1980 Darbesi, 12 Mart’ta “kötülük” adına “eksik” bırakılanların tamamlanması gibiydi. Meclis kapatılmış, hükümet görevden alınmış, siyasi parti liderleri tutuklanmış, partiler, DİSK, TÖB-DER gibi çok sayıda demokratik kitle örgütü kapatılmıştı. Bu örgütlerin başkan ve üyelerinden başlanarak yaygın bir gözaltı süreci başladı. Sıkıyönetim (sözde) Yasası’na dayanılarak gözaltı süreleri 90 güne çıkarıldı. Ancak bu 90 gün bitiminde sanık önce cezaevine getiriliyor, ardından yeniden gözaltı kararı ile yine emniyete ya da DAL yani “Derin Araştırma Laboratuvarı“ denilen gözaltı merkezine götürülüyordu. Buralarda sayısız devrimci ve ülkücünün ölümü gerçekleşti. Anımsayabildiğim isimler; Mustafa Yalçın, Zeynel Abidin Ceylan, Şahin Dokuyucu , Hasan Asker Özmen, Bekir Bağ , Hasan Alemlioğlu…

Cezaevlerinde durum daha farklı değildi. Avukat ve sanık görüşmeleri, başlangıçta yüz yüze, karşılıklı oturarak ve süresiz görüşerek yapılırken adım, adım önce avukat ve tutuklunun oturduğu tabureler altlarından alındı. Sonra, araya demir parmaklıklar eklendi. Ardından yüzlerin dahi zor seçildiği kalın tellerle bölme oluşturuldu. En nihayet araya kalın camlar ve iki tarafa telefon konularak temas tamamen engellendi. Dahası, telefonu komutla açıyor ve sadece üç dakika konuşabiliyordunuz. Ayrıca sanık konuşma süresince de “hazır ol” vaziyetinde beklemek zorundaydı. Binlerce sayfadan oluşan iddianameler düzenlenmişti. Fakat avukatla görüşmeniz üç dakika ile sınırlanmıştı.

İçeride ise durum daha vahimdi. Tutuklu, asker kişi sayılıyor, kendilerinden görevli personele “Komutanım” diye hitap etmeleri isteniyordu. Zorla İstiklal Marşı söyletmeleri, sayımı askeri disiplin içinde vermeleri, tek tip elbise giymeleri zorunluydu. Uymayanlar, koğuşun içinde falakaya yatırılıyordu. İlerleyen süreçte bu haksızlıklara dikkat çekmek için açlık grevleri yapmak zorunda kaldılar. Mamak gibi, Metris ve özellikle Diyarbakır, cezaevi olarak gerçekten yaşanacak yer olmaktan çıkmış durumdaydı.

Anlattığım koşullarda savunma hakkından söz etmek de olanaksızdı. Tutuklular, duruşmalarda karşılaştıkları hukuksuzluklardan söz ettiğinde “Bu yakınmalarınızı savcılığa iletmekte muhtarsınız” yanıtı veriliyor ve bu vahşet soruşturulamaz hale dönüşüyordu.

Avukatların koşulları da benzer durumda idi. Duruşmalardaki istemlerimiz sonuçsuz kalıyordu. Bir örnek vermem gerekirse Halkın Kurtuluşu davasında bir duruşmada idik. Duruşma başladığında sanık Meral Bekar söz aldı. Cezaevinde tüm kadın tutuklulara ve kendisine şiddet uygulandığını belirterek, vücudundaki izleri mahkemeye gösterdi. Kolları ve bacakları tamamen mordu. Mahkeme, bu izleri tutanağa geçirmedi. Avukatlar olarak ısrarlı olduk. Talebimiz kabul edilmezse duruşmada kalmayacağımızı beyan ettik. İstemimiz reddedildi. Biz de duruşmayı terk ettik. Aramızda Halit Çelenk, Nihat Toktay ve İsmail Sami Çakmak arkadaşlarımız da vardı. Savcılık, bir hakkın kullanımı olan ve işkenceye karşı tepkimizi sunduğumuz bu davranışımızı “illegal örgütlerin emri ile yaptığımızı” iddia ederek hakkımızda suç duyurusunda bulundu. Meral Bekar’ın anlattığı kadın tutukluların bulunduğu cezaevinde yaşanan olaylar hakkında, işkencecilere değil kadın tutuklulara dava açıldı. Dava , 90 sanıklı Kızlar Davası adıyla yürüdü.

ÇOK UMUTLUYUM

Yıllanmış bir hukukçusunuz, gelecekten umudunuz var mı?

Evet... Çok umutluyum. Yaşam yürüyor. Geriye düşüşler daha ileriye sıçramak içindir. İşte günümüze damgasını vuran kadın hareketi. Alanları, sokakları, duruşma salonlarını, savunma kürsülerini binlerle dolduruyorlar. Siz umutlu değil misiniz?

***

BUGÜN DE İHTİYACIMIZ BAĞIMSIZ YARGI

*Yargıya her dönem siyasallaşma eleştirileri yöneltildi. Ancak bu dönem kadar bu eleştiriye hak kazandıran gelişmelerin olmadığı konusunda toplumun büyük bir bölümü hem fikir. Siz bir avukat olarak, 12 Eylül dönemi ile bugünü bu anlamda karşılaştırır mısınız.

*12 Eylül’ün üzerinden 42 yıl geçti. Her yıl olduğu gibi bu yıldönümünde, 12 Eylül’e ilişkin rakamlar veriliyor. 650 bin kişinin gözaltında olduğu, 210 bin davanın açıldığı, 1 milyon 683 bin kişinin fişlendiği, bir o kadarının vatandaşlıktan çıkartıldığı, 1402’likler adıyla sorgusuz sualsız binlerce kişinin görevine son verildiği, ölenler, intihar edenler… Özünde dün bugünden daha iyi değil. Geride kalmış olması da belki belleklerimizi yanıltıyor. Ayrıca bütün bu olumsuzluk- hukuksuzluklara karşı da durmadan mücadele ediyoruz. İstiyoruz ki ülkemizde demokrasi sağlansın. Özgürlükler gelsin. Bağımsız bir yargı inşa edilmiş olsun. Ama bakıyoruz, kazanımlar, elimizden bir bir gidiyor. Somut duruma bakmalıyız. 20 yıl hüküm sürmüş ve bunun son sürecini tek adamın iradesine terk etmiş bir iktidarla yönetiliyoruz. Farklı bir olağanüstü dönemi yaşıyoruz. Düne benzediği ve benzemediği yanlar var... Bugün de ihtiyacımız bağımsız yargı. Olağanüstü dönem hukuku değil, insan haklarına dayalı bir hukuk.