12 Eylül ile birlikte resmi ideoloji olarak belirlenmiş Türkoislamist tezler, dünyada olup bitenlerin rüzgarını da arkasına alıp, işte Cumhuriyet’i de, Türklüğü de; neoliberalizm eleştirisine “Öyleyse ne yapmalı?” sorusuyla yaklaşmaya asla gönüllü olmamış sol – liberal söylemleri de İslamcılığın yedek maskeleri haline getirdi

CEMAL DİNDAR*

Bunamanın en dramatik yanı ölümün bir kişilik kazanmış olarak şimdi ve burada dolaşmaya başlaması, varlığını hissettirmesidir. Kişi bu süreçte başına ne geldiğinin bilgisine körleşirken, çevresindekiler için, ki bunlar hemen hep en yakınlardır, onun körleştiği ne varsa aşikarlaşır, ayan beyan olur.

Sevdiğiniz ve kendi gelişiminiz boyunca kim bilir nasıl özdeşleştiğiniz o nene, dede, anne, babanın zihninde adınız dahi silinmektedir. Trajik bir boyut da yok mu bunda? Siz hep hatırlayacaksınız. Onu. Bu olağan yastır. Oysa bir de işte şu olacak; onda kendi yitip gidişinizi de hatırlayacaksınız…

Kemalistler, Atatürkçüler ve Akit

Epeydir Türkiye’de, Türkiye denilen ülkenin ‘öz evladı’, diyelim sahibi olarak kendini görenler için de benzer bir süreç işledi. O özdeşleştikleri anayurt ve devlet baba, çocuklarının adlarını unutmaya başladı. Bu ruhsal çöküntüye sanırım en fazla maruz kalanlar da Kemalistler oldu. Atatürkçüler demiyorum, çünkü gerçekten bu iki kavramın karşılık geldiği her neyse, birbirlerinden epey farklılıklar taşıdığını sanıyorum. Bu fark, örneğin Doğan Avcıoğlu ile Kenan Evren kişilikleri arasındaki mesafe nasıl ki ayrıntı düzeyinde değilse, öyledir.

Kemalistler, kendi adlarının, dolayısıyla varlıklarının devlet babanın belleğinde yitişine tanıklık ettiler, yaşamlarının merkezine bir boşluk gibi yerleşen bu tanıklığı uzun dönem reddettiler ve bu reddiye, tam da Atatürkçülüğün Amerikancılık ile koşut peydahlanma süreci ve Yeni Türkiye’ye eklemlenme anlarında trajik özüne kavuştu. Mesela Akit yazarı Hasan Karakaya’nın ölümü üzerine Genel Kurmay Başkanlığının taziye telefonu haberi, vakanın gerçek olup olmamasından bağımsız, o anlardan biriydi. Ya da, ‘Diren Lice Kadıköy seninle’ günlerinden bugüne Bağdat Caddesi boyunca yaşanılan değişim; Yeni Türkiye’nin sahipleri ile Kürt hareketini de atlayıp, giderek Kürt halkına karşı öfke-birliği yine öyle… Bu duygu birliğini hep üçüncü ile, yani devletin bekasına kasteden ‘Büyük komplo’ ile gerekçelendirmek de yine ne esirgeyen ne de bağışlayan babanın adında hem kendini hem de babayı yakalama oyunundan başka ne ki!..

Cumhuriyetin İkinci Savaş öncesi şöyle veya böyle ana gövdede hala yer bulan kurucu ideolojik söylemini çocuksu bir tümgüçlülük fantezileri ile sürdürenlerin hali, savaş sonrasının hızlı Amerikan güdümlü siyaseti Türkiye’ye üstelik kanla yerleşirken, bu toplumsal sistemin bunayacağının belki de ilk işaretlerinden biriydi. Türkiye Cumhuriyeti kimliği ve kişiliği, yani bir ruhu olan ülke olmaktan ne zaman feragat etmeye başladı? Bu sorunun bütün cevapları bugünün muktedirlerinin artık kendilerini daha fazla önemsedikleri için daha az andıkları ama kendi soykütüklerine de yazdıkları Demokrat Parti, liderinin adıyla Menderes dönemine uğramadan verilemez. Kemalistler, kısa süre gördükleri bir rüya olan 27 Mayıs dönemi bir yana, epeydir aynadaki görüntülerinin birer Atatürkçüye, en yetkin temsilcisi olarak birer Kenan Evren’e dönüşmesiyle bugüne geldiler ve hızla bunayan babanın artık adını bile anmadığı örnek evlat rolüyle idare ettiler, ediyorlar.

Bütün yollar işte, nasıl bir coğrafya ise, seferberliğe çıkıyor: ‘27 Mayıs’a destek olmak isteyen halk alyanslarını bile yeni kadroya bağışlıyor. Bu arada Gayrettepe’de subay evleri yükseliyor, halk aynada kaybolan umudunun o evlerde negatif temsilini görüyor ve bunlara ‘alyans evleri’ adını veriyor. Bunları öğrendiğimiz Aziz Nesin’i de sevgiyle analım. Onun aynı rüzgara kapılıp bağışladığı alyansı değil, kazandığı Altın Kirpi Birincilik Ödülü!.. Aziz Nesin, sanırım kaptırdığına değil daha çok, sonra ikincisini aldığı Altın Kirpi’yi kaptırmadığına, bu rüyadan erken uyandığına seviniyor… Aziz Nesinlik bir hikaye değil mi!..

Yanlış bir halk

Öyle bir fantezi ki, güzellediğin her kurum virane, bağlandığın ilkeleri ciddiye aldığında bizzat ilkeyi belirlemiş olanca cezalandırılma sebebi… Fakat gerçekle yüzleşmek, gerçeğe katlanmak, yani o bunayan babanın aynasında kendi adının yitişine katlanma becerisi o kadar güdük ki, elde kalan; yapay bir kitleyi, hiyerarşisine müdahale ile kolayca yönlendirilecek bir grubu, yani orduyu, o nostaljinin bir temsili olarak “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” güzellemesi ile bir halk yapabileceğini sanma hezeyanı. Halka ise hep, içine hasbelkader doğulmuş ‘yanlış bir halk’ muamelesi yapmak… O yanlışlığın ancak ‘askeriye’de giderilebileceğine tam bir inanç… Atatürkçüler, birer kariyer teknisyenleri olarak bunu çok daha gerçekçi bir zemine taşıyabildiler. 12 Mart ile, fakat özellikle 12 Eylül ile birlikte halkı bir kitleye dönüştürürken, bunun tamamlayıcısı ‘asker millet’ /’yüce millet’ söylemi oldu ve Türk-İslam sentezci, daha uygun bulduğum adlandırmayla Türkoislamist Aydınlar Ocağı’ndan zamanın ruhunu geçirip bir eter gibi toplumun dokusuna yaydılar.

12 Eylül ile birlikte resmi ideoloji olarak belirlenmiş Türkoislamist tezler, dünyada olup bitenlerin rüzgarını da arkasına alıp, işte Cumhuriyet’i de, Türklüğü de; neoliberalizm eleştirisine “Öyleyse ne yapmalı?” sorusuyla yaklaşmaya asla gönüllü olmamış sol – liberal söylemleri de İslamcılığın yedek maskeleri haline getirdi. Hemen hepsinin ‘kandırıldık kayığı’na binmiş olmasının sebebi, ebeveynle, ‘vesayet rejimi’ ile girdikleri narsisistik temrin. Freud’un şu ünlü ‘fort –da’, ya da ‘Gittiii!’ –‘Burdaaa!’ oyununa kapılmış olmaları. Gitti sandıkları ne varsa, daha güçlü bir biçimde şimdi ve burada!.. Üstelik oyun devam ediyor. Şimdi yüksek perdeden Tayyip Erdoğan karşıtlıklarında belirleyici olan da gerçeklik ilkesi değil; kendilerinde hala neredeyse büyülü, çocuksu bir tüçgüçlülük varsaymaları ve elbette hala sürdürdükleri keyif hırsızlığı.

Gerçeklik ilkesine selam verememenin ağırlığı!.. Bugün yüzyılların iman pratiğini ve gaza ideolojisini temel alıp ne yapsa mağdur, dolayısıyla tam-doğru-mutlak olan İslami söylemin karşısında elbette güdük kalmanın da hafifliği… Freud’un, torununun bir buçuk yaşında oynadığı fort-da oyununu andığı makalesinin adı: Haz İlkesinin Ötesinde.Çocuk elindeki makarayı ipi sarkıtarak koltuğun altına fırlatıyor, gözden kaybolduğunda “Gittiii…” diye bağırıyor, sonra ipi çekiyor, makara gelince “Burdaa!” diye seviniyor. Böylece, ebeveynin, bu yaşta annenin gözden yitişine katlanma temrini için bir sahne yaratıyor küçük Ernst.

Özellikle liberallerin ve liberal-sol yazarların yazıları okununca, her yazı bu oyunun örseleyici bir tekrarı gibi… ‘Vesayet’ ile ne kastediyorlarsa, kaybolduğunda değil göründüğünde daha çok seviniyorlar gibi… Zira tüm varlık sebepleri, yani asıl kendilerinin cismi böylece görünür oluyor.

Temel katalizörlerle, “Neoliberalizmin askerileriyiz” şiarıyla solu, asıl bu coğrafyanın vicdanını işgal edenlerle, ‘dışkı pedagojisi’ önerenlerle devam edeceğiz…

*Psikiyatrist