Vergimizi ödüyoruz. Çalışınca ödüyoruz. Ekmek alınca ödüyoruz. İlaç alınca ödüyoruz. Benzin alınca ödüyoruz. Üretip, ürettiğimizden elde ettiğimiz kazancı kayıt altına aldığımızda ödüyoruz. Vergimizi, hakkımız olan sağlık, eğitim, yaşam güvencesi, eşitlik ve özgürlüklere sahip olabilmemiz için devlet tarafından kullanılsın diye, kamusal bir yurttaşlık bilinciyle ödüyoruz.

Buraya kadarki tarif, ülke demokratik olsa da olmasa da geçerli. Ama madem bu hafta Türkiye’nin 2020 bütçesi TBMM Genel Kurulu’nda görüşülüyor, o zaman tarifin devamını da Türkiye özelinden sürdürelim…

Emeğiyle var olanlarımız, alınteriyle üretime katılmanın önemli olduğunu düşünenlerimiz vergilerini bu bilinçle ödüyor. Ama bir de faaliyetlerini kayıtdışında tutup ödememeyi seçenler var. Vergi ödemesi gerekse de, siyasete yandaşlığına sırtını dayayarak milyarlarca liralık vergisi affedilen rantçılar var. Yoksullukla mücadele için kurulmuş gıda bankacılığını naylon belgelerle vergi kaçırmak için kullanan, terör mağdurları için toplanan paraları halktan kaçıran rant erbapları var. Ve o rantçılarla el ele kurdukları saadet zinciri bozulmasın diye ülkenin tüm geleceğini yok eden bir siyaset anlayışı var.

Geri kalanlarımızın ödediği vergiler Hazine’de toplanıyor. Hazine’de toplanan halkın parasının harcama yetkisi ise Cumhurbaşkanlığında. Kurumsal değil şahsileşmiş bir mevki artık Cumhurbaşkanlığı. Dolayısıyla kurumsallığın kuralları ile değil şahısların keyfiliği ile yürütülüyor işler. Bu keyfilik kendisini her alanda gösteriyor; arsa tahsisinde, kamuda işe girebilmek için, üretebilmek, hizmet verebilmek için hep o keyfiliğin iki dudağı arasına sıkışmış merciyi ikna etmeniz gerekiyor. Keyfilik hat safhada, zira yeni rejimde Cumhurbaşkanının kimseye hesap vermesi gerekmiyor.

Keyfilik, halkın ödediği vergileri harcama yetkisini elinde tutan iktidarın, kaynakları halkın denetiminden kaçırarak yandaşlarına dağıtması anlamına geliyor. Keyfiliğin ortaya çıkarttığı düzen, yolsuzluk ve halkın bütün haklarının gasp edilmesi anlamına geliyor.

Bu düzende halk ödediği vergilerin hangi amaçla kullanılacağına dair söz hakkına sahip değil. Ödediği vergileri denetleme hakkına da sahip değil. Bir diğer deyişle, halkın bütçe hakkı Saray tarafından gasp edilmiş durumda.

Öyle ki, tek adam rejiminde bütçeyi Cumhurbaşkanlığı hazırlıyor. TBMM’de 5-6 hafta tartışılıyor sonra oylanıyor. Eğer TBMM bütçeyi kabul ederse Saray’da hazırlanan bütçe geçerli oluyor. Eğer reddederse Saray’ın önerdiği bütçe, Saray’ın belirlediği yeniden değerleme oranında arttırılarak geçerli oluyor. Enflasyonun yüzde 11 olduğu yerde, yeniden değerleme oranı yüzde 22,58. Özetle Saray ne derse bütçe o oluyor. Saray’ın dediğini Meclis kabul etmezse de Saray, halka daha da ağır bir bütçeyi dayatma keyfiyetine kavuşuyor.

Üstelik Hazine de biz halkın değil, hem de uzun süredir değil... Bir gece yarısı kararnamesiyle Cumhurbaşkanlığı hükümetine Hazine’de toplanan kaynaklardan istediği kadarını alıp Türkiye Varlık Fonu’na aktarma yetkisi verildi. Bir diğer deyişle halkın vergisi bir boru hattıyla Türkiye Varlık Fonu’na bağlandı. Fon, Sayıştay denetimine, kamu ihale kanununa tabi değil. Özel statülü bir şirket ve o şirketin başında AKP Genel Başkanı ile damadı var.

Ve geçtiğimiz hafta 1814 sayılı Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle Vakıf Bank da halen ne amaçla yapıldığı belli olmayan bir nedenle Hazine’ye devredildi. Devire dair herhangi bir tereddütü giderecek şey hukuk olmayacak! Aynı kararnameye göre hukukun yerine Hazine ve Maliye Bakanı, damat geçecek.

Saray düzeni ekonominin ve hayatın her yerini ele geçirmiş durumda. Hukuk yok aile şirketi ve yandaş var, halk yok aile şirketi ve yandaş var, demokrasi yok aile şirketi ve yandaş var.

Oysa ihtiyacımız çok belli. Bütçe hakkına dayanan güçlü bir parlamenter demokrasiyle, kardeşliğin büyütüldüğü barışla, herkesin bu ülkenin vatandaşı doğmuş olmaktan gelen en temel haklarının hukukun güvencesinde olduğu bir düzeni halk kuracak. Ve işte o zaman Türkiye kalkınacak, gelecek aydınlanacak.