Tam bir yıl önce yazmıştım: her yıl 24 Nisan’da İstanbul’da olacaktım. Zira Ermeni soykırımının bence en anlamlı hatırlama buluşmaları Türkiye topraklarında gerçekleştirilenler. Fransa’da, Amerika’da diyaspora Ermenileri “bizim acımızı unutmayın” diye sokaklara iniyorsa, burada, büyük felaketin yaşandığı yerde Ermeniler’den çok daha kalabalık sayıda Türkiyeliler toplanıyor. Doğrusu da bu değil mi? Herşey bu topraklarda, 24 Nisan 1915 gecesinden çok daha önceleri başladıysa, bu—kapanması imkansız—yaraları kapatmak için çabalamak da bizlere düşmez mi? Türkiye’nin “Ermeni sorunu”nun çözümü de ancak bu topraklardakilerin elini vicdanına koyup, affedilmesi imkansız bu katliamı reddetmekten vazgeçmesiyle olmayacak mı? 

Reddetmekten vazgeçmek için önce bilinçlenmek, öğrenmek gerekiyor elbette. Ama aynı meydanda, üstelik de hükümetin İç İşleri bakanının fütursuzca boy gösterdiği yerde hepimizi piç sayan kalabalığın utanç verici tablosunun içinde bir de iyi haber var. Yaşım büyüdükçe iyimserlişiyor muyum bilmem, ama bir şeyi bu denli reddetmek bir yerde kabul etmeye başlamaktır diyorum. Ya da Türkiye halkının büyük bir bölümü, en azından otuz yıl öncesine nazaran bugün, böylesi bir tarihi kara lekenin—reddetse de—varlığından haberdar. Bu da bir şey... 

Ben bu yıl bir kez daha Taksim’deyim. Altında birçok güzel insanın imzası olan o Nar’ı görüp de içinizin parçalanmaması mümkün mü? Dur De!cilerin bir kez daha yalın, ama son derece etkileyici ve duyarlı “19:15” fikrinin peşinden gitmemek mümkün mü? Üstelik bu yıl Paris’teki can dostum, “hemşehrim”, kardeşim Claire de yanımda... Onu Attila Durak’ın Ebru projesini Fransa’ya getiren kişi olarak tanımıştım. İlk görüşte aşk oluyor da, ilk görüşte derin dostluk olmaz mı? Biz de öylesini yaşadık, yaşıyoruz. Üstelik Claire’in ataları benim dedelerimin memleketinden, Tokat’tan. Hiç tanımadığım dedem İbrahim Yoğurtçuoğlu’nun Claire’in ailesi Meyhaneciyanlarla tanıştığından nedense adım gibi eminim. Soyadındaki mecaz nedeniyle değil, her ikisi de şehrin önemli tüccarlarından olduğu için. Düşünsenize, benim can dostum Claire’in atalarıyla benimkilerin bir zamanlar görüştüğünü, belki de bizim gibi dost olduğunu! Tokat’ın bugün neredeyse tümü katledilen güzel bağlarında biz de onların torunları olarak belki birlikte oynayacaktık. Meyhaneciyanlar, Civelekyanlar, bütün Hay’lar o topraklardan sökülmeseydi, büyük ihtimal Tokat bugün, birçok Anadolu kenti gibi, karanlık, ruhunu kaybetmiş, gençliğinin kaçmaya çabaladığı bir yer olmayacaktı. Aksine, o bir zamanların kozmopolit, yaşaması keyif veren kenti olacaktı ve bütün o bağlar hala yaşayacaktı. Claire’in benden talep ettiği en önemli şey onu bir gün Tokat’a götürmem. Atalarından bir iz arayacak, ama ben daha şimdiden korkuyorum onu hayal kırıklığına uğratmaktan. Ama götüreceğim, en azından Ermeni ustaların elinden çıkmış ve tüm barbarlara rağmen direnen ailemin bağ evini ona göstereceğim.  

Bu yazıyı yazdığımda henüz Taksim’de toplanmadık. Tam bir yıl önce hiç de tesadüf olmayan bir kurşuna kurban giden Sevag Balıkçı’nın acısını da ekleyeceğiz kayıpların anısına. Umuyorum ki bu yıl geçen yıldan daha büyük bir kalabalık gelecek meydana. Ben ise şanslıyım, bu yıl kardeşim Claire’in o güzel yeşil gözlerinin içine bakarak ve elini tutarak, 24 Nisan’larla sınırlı kalmayan, kalmaması gereken utancım, vicdanımdaki sızı ve kederim bir nebze azalacak. Benim onu teselli etmem gerekirken, onun varlığında teselli bulacağım...