28 Şubat, siyasal İslamcı hareket açısından çok verimli bir istismar ögesidir. Üstelik bu istismar, dinci hareketin siyaset alanını ilk ele geçirdiği momentumla sınırlı kalmamıştır. Bu istismarlar boyunca sergilenen fırsatçılıklar ve ikiyüzlülükler ise siyasal İslamcı kadroların siyasi davranış kodlarını ortaya koymak bakımından çok öğreticidir.

28 Şubat: Bir dönüm noktası üzerine

Oğuz Oyan

Bugün 28 Şubat 1997'nin üzerinden tamı tamına 24 yıl geçmiş oluyor. 28 Şubat'ı en fazla bir "dolaylı müdahale" olarak sınıflandırmak mümkün olabilir. Zira Milli Güvenlik Kurulu (MGK) tavsiye kararlarından ancak 4 ay sonra "Refahyol" Hükümeti düşecek ve parlamento içinden bir sivil çözüm çıkacaktır. Oysa 1960 ve 1980 darbelerinde askerler iktidara doğrudan gelmişlerdir. Hatta 12 Mart 1971 darbesindeki gibi askerlerin hükümeti düşürüp bir teknokratlar hükümeti dayatmalarında olduğu gibi siyasetin doğrudan askeri vesayet altına sokulmasından dahi bahsedilemez.


BAZI SORULAR

Buna rağmen, 28 Şubat'ın 12 Mart darbesinden daha fazla gündemde kalmasının nedeni nedir? İkinci soru olarak, bugünkü iktidarın 28 Şubat'ı Türkiye'nin tanıdığı en sert askeri darbe olan 1980 Darbesi’nden daha fazla önemsiyor görünmesinin nedeni nedir?

Birinci sorunun yanıtı şudur: 12 Mart 1971 kanlı darbesinin etkileri 1973 seçimleri ile hızla kesintiye uğratılabilmiş; bu darbenin anayasada yaptığı sermaye lehine budamalar, işçi sınıfının ve sol hareketlerin 1970'lerde yeni bir sıçrama yapmasını engelleyememiştir. Nihayet 12 Eylül 1980 darbesiyle 1971 darbesinin "eksik" bıraktıkları tamamlanıp sola ve örgütlü emeğe şiddetli ve büyük ölçüde kalıcı darbeler indirme fırsatı bulunduğu için, 1971'in tarihi hükmü erkenden aşınmıştır.

Şunu da unutmayalım: 12 Mart rejiminden çıkışta önce CHP-Milli Selamet Partisi (MSP) koalisyonu, sonra da Milliyetçi Cephe (MC) Hükümeti geçerli olmuşken, 28 Şubat sonrasında önceleri merkez-merkez sağ koalisyonlar, sonrasında da uzun süreli bir siyasal İslamcı hareket iktidara yerleşecektir.
İkinci sorunun yanıtına gelince, siyasal İslamcı hareketin 12 Eylül 1980 darbesi ile hiçbir zaman hiçbir sorunu olmamıştır. Göstermelik 12 Eylül karşıtlığı hep bir siyasi tiyatrodan ibaret kalmış, kendi "demokratlığını" göstermenin sahte referans noktası olmuştur. Bu darbenin solu ezmesinin yarattığı boşluk ve 1982 Anayasası ile laikliğe vurulan darbe (zorunlu din eğitimi, vs.), gerçekte siyasal İslamcı hareketin yolunu açmıştır. AKP, gerçek anlamda bir 12 Eylül rejimi ürünüdür.

Türkiye darbeler/muhtıralar tarihinin en yumuşak versiyonu olan 28 Şubat'ın (belki de daha yumuşağı ama "başarısız" olanı 27 Nisan 2007'deki Yaşar Büyükanıt'ın iktidara yarayan tuhaf "e-muhtıra"sıydı) bugüne sarkan etkilerinin olması, 2000'lerde tam tersi gelişmelerin yaşanmasıyla açıklanabilir.
28 Şubat, siyasal İslamcı hareket açısından çok verimli bir istismar ögesidir. Üstelik bu istismar, dinci hareketin siyaset alanını ilk ele geçirdiği momentumla sınırlı kalmamıştır. İktidar, 18 yıllık iktidarının çeşitli aşamalarında bunu sürekli ısıtarak hatta yargılama konusu yaparak katmerli bir istismar malzemesi olarak kullanmıştır. Bu istismarlar boyunca sergilenen fırsatçılıklar ve ikiyüzlülükler ise siyasal İslamcı kadroların siyasi davranış kodlarını ortaya koymak bakımından çok öğreticidir.

İKİYÜZLÜLÜK SİYASETİ

Siyasette ikiyüzlülük ile fırsatçılık çoğunlukla birlikte görülür; özellikle de birincisi ana eğilimse ayrılmaz ikiz gibi olurlar. Tarihi olaylar bunun tanığıdır.
28 Şubat sonrasında, Refah Partisi (RP) henüz iktidardayken, Cumhuriyet Başsavcılığı’nın onun hakkında 21 Mayıs 1997'de açtığı "Laik Cumhuriyet ilkesine aykırı eylemler" nedeniyle kapatma davası, 16 Ocak 1998'de kapatma kararıyla sonuçlanacaktır. Yerine kurulan Fazilet Partisi, şiddetli parti-içi iktidar kavgalarına sahne olacaktır. Erbakan ve ekibine karşı çıkarılan Abdullah Gül, Fethullah Gülencilerin desteğine rağmen, Kongre'yi kazanamayacaktır.

(Erbakan'ın 11 Ocak 1997'de Başbakanlık konutunda verdiği iftar yemeğine davet ettiği 51 tarikat ve cemaat liderinden yalnızca Fethullah Gülen bu davete icabet etmemişti). Bundan sonraki süreçte, Fazilet Partisi hakkında açılmış benzer bir kapatma davasına ilave suçlayıcı kanıtlar taşıyanlar arasında, daha sonra AKP kurucusu olacak Abdullah Gül ve Bülent Arınç gibi isimler bulunmaktaydı! (Meclis'te bu hatırlatmalarıma bu isimlerden hiç tepki gelmemişti).
AKP'yi kuracak olanlar, Fazilet Partisi'nin kapatılmasından sonra, önce Saadet Partisi'nin kurulmasını beklemişlerdir. Bu fırsatçılığın arkasındaki neden, Türkiye'nin siyasi pratiğinden alınan derslerdir: Bir partiden koparak kurulan partilerin siyasi ömürleri uzun olamamıştır; çünkü toplumun gözünde bunların siyasi meşruiyetleri lekelenmiştir.

Refah Partisi kapatıldığında bundan fırsat çıkarmak üzere ellerini oğuşturanlar, Fazilet Partisi'nin kapatılması için el altından ek deliller taşıyanlar, bu partilerin kapatılması süreçlerini AİHM'ye taşıma ikiyüzlülüğünden de geri kalmayacaklardır. Daha sonra da AKP-FETO örtük koalisyonunu kuranlar, 2012 yılına gelindiğinde 28 Şubat hakkında Meclis Araştırması ve davalar açmaktan ve bunlar üzerinden TSK'ye yeni kumpaslar kurmaktan da geri durmayacaklardır.

Oysa Fethullah Gülen, 29 Mart 1997'de Samanyolu TV'de "Asker demokratik yollarla sorunların çözümünü istedi" ve 16 Nisan 1997'de Kanal D'de, "Askerlerimiz konumlarının gereğini anayasanın kendilerine verdiği şeyleri yerine getiriyorlar. Hatta dahası, bazı sivil kesimlerden daha demokratlar. Kuvvet ellerinde olduğu halde çok mantıki, çok muhakemeli davranıyorlar" diyebilmekteydi. Bu tür eyyamcı siyasetlerde ikiyüzlülüğün sınırı yok tabii. Ama bu tür ikiyüzlülükler, sonuçları bakımından, Türkiye'de TSK'yi ve yargıyı teslim almanın, laikliği suçlama tahtasına koymanın, kısacası siyasal İslamcı iktidarın devleti tümüyle ele geçirmesinin elverişli mekanizmaları olarak işlev görmüştür.

Kısacası, 28 Şubat'ın rantını yiyen gene siyasal İslamcı hareket olmuştur. 28 Şubat üzerinden yaratılan "mağduriyet" söylemi, sadece Milli Görüşçü Fazilet ve Saadet partileri üzerinden sürdürülmemiştir. 28 Şubat sayesinde en büyük siyasi fırsatı yakalayan AKP kadroları, hem "Milli Görüşçülüğü" reddederek iç ve dış odakların favorisine dönüşmüş hem de 28 Şubat'ı sömürmekte ifrata gitmiştir. Bu arada, "Milli Görüş"ü 2000'lerde sürdürmeye çalışan Saadet Partisi'ni tasfiye etmek fırsatları da AKP'ce sonuna kadar kullanılmıştır. Numan Kurtulmuş'un Saadet Partisi'nden transferi bu hareketi bitirmemiş ama daha da zayıflatmıştır. Bugün bile, yüzde 1'lik oy oranına gerileyen Saadet Partisi'ni ilhaka veya yeniden bölmeye girişilirken, 28 Şubat ve "Milli Görüş" kardeşliği dahil her konu istismar kapsamındadır. Saadet Partisi bugün seçmen tabanından ziyade, AKP'nin temsil ettiği dinci-neoliberal-rantçı ideolojinin zeminini bozması bakımından hedeftedir.

28-subat-bir-donum-noktasi-uzerine-846709-1.
Fazilet Partisi 1. Olağan Kongresi'nde Recai Kutan ve Abdullah Gül genel başkanlık için yarışmıştı.

MİLLİ GÖRÜŞÇÜLÜĞÜN YÜKSELİŞİ VE ÇÖKÜŞÜ

Siyasal İslamcı hareketin kendi partisini kurarak siyasete katıldığı 1970'den 2001'e kadar giden 30 yıllık dönemine, "Milli Görüş" çizgisi ve Necmettin Erbakan damga vurmuştur. Bu dönemde dört ayrı parti sahneye çıkmıştır. Bunlardan üçü laiklik karşıtı eylemleri nedeniyle, biri de 12 Eylül 1980 darbecilerinin tüm partileri yasaklayan kararıyla kapatılmıştır. Bu görüşün 1970'lerde öne çıkan versiyonu Milli Selamet Partisi'dir ve biri CHP, diğerleri Milliyetçi Cephe koalisyonları olmak üzere dört kez hükümetlerde yer almıştır. 1973 ve 1977 milletvekili seçimlerinde ortalama yüzde 10 civarında bir seçmen kitlesini temsil etmiştir.

1980'lerin ve 1990'ların etkili İslamcı hareketi Refah Partisi'dir (1983-1998). 1987 genel seçimlerinde aldığı yüzde 7,16 oyla 12 Eylül rejiminin getirdiği yüksek seçim barajını aşamayan RP, 1991 seçimlerine Milliyetçi Çalışma Partisi (sonradan tekrar MHP) ve Islahatçı Demokrasi Partisi'ni kendi listesine alarak katılmış ve yüzde 16,88 oyla Meclis'e girmiştir. Milli Görüş çizgisi asıl başarısını peşpeşe 1994 yerel ve 1995 genel seçimlerinde gösterecektir. 1994'te yüzde 19,14 oyla 335 belediye kazanacak ve bunların arasında İstanbul ve Ankara gibi ekonominin ve siyasetin merkezleri bulunacaktır. Bu başarısının arkasında, merkez solun üç ayrı partiyle, merkez sağın ise iki ayrı partiyle seçimlere katılması olacaktır. 1995 genel seçimlerinde SHP'nin CHP'ye katılmasıyla merkez solda bir parti eksilmiş olsa dahi, RP'nin yüzde 21,38 oyla birinci parti çıkması engellenemeyecektir. RP'nin iktidara gelmesini engellemek üzere ANAP ile DYP arasında kurulan dıştan DSP destekli Anayol Hükümeti'nin ömrü kısa olunca, Haziran 1996'da Erbakan'ın başbakanlığında kurulacak Refahyol Hükümeti'nin önü açılacaktır.

Ancak, Meclis aritmetiği bakımından önü açılmış gibi görünen Erbakan'ın, sermaye nezdindeki güvenilirliğinin hızla aşınması nedeniyle siyasi kredibilitesi de aynı hızla eriyecektir. RP'nin ve onun öncülü Milli Görüşçü partilerin birer sermaye partisi olduğuna kuşku yoktur. 1970-96 pratiğinde bu zaten defalarca sınanmıştır. Hatta Erbakan'ın bir TOBB başkanlığı deneyimi dahi bulunmaktadır. 1994'te seçilen belediye başkanları da bu uyumun temsilcileridir. Sermaye, itaatkar bir emek rejimi inşasında dinin baskılayıcı rolünün öneminin hem farkındadır, hem de bunun kurumsallaşması için 12 Eylül rejimini kullanmıştır. Ancak RP, iktidara gelmeden önce hazırladığı "Adil Düzen" programını 1996'da iktidar olunca gerçekten de uygulamaya kalkışınca, sermayenin "Milli Görüş" hareketi üzerinde yoğun kuşkuları oluşacaktır. Üstelik, bu "Adil Düzen" fikrine, faizlerin kaldırılması, manevi kalkınma, devletin belirleyiciliğinde bir ağır sanayi hamlesi ve AB'ye girişin faydasızlığı gibi "ilkeler" eşlik edince, o zamana kadar süren sermaye-Milli Görüş flörtünün çatırdaması işten değildi.

İç pazarı koruma kaygıları ikinci planda kalan Türkiye burjuvazisinin, 1980'den itibaren dış ticarette, 1989'dan itibaren sermaye hareketlerinde sürdürülen liberalizasyon/dışa açılma politikalarını, 1996'da yürürlüğe girmiş bulunan Gümrük Birliği düzenlemesini ve 1986'dan sonra başlayan özelleştirme siyasetini terketmesi beklenemezdi. Şunu da unutmayalım, IMF'nin 24 Ocak 1980 Kararları ile kamu kesiminin köklü biçimde küçültülmesini ve kapsamlı bir özelleştirmeyi öngören yaklaşımının, yerli büyük burjuvazi tarafından nihayet uygulanabilir bulunduğu yani sermaye birikimi bakımından kendini hazır hissettiği dönem, tam da bu yıllardan başlamaktadır. Nitekim, 1998'den itibaren açılan yeni IMF dönemi içinde AKP tarafından 2002'den itibaren uygulanacak özelleştirmelerin hızı, "göz kamaştırıcı" olacaktır.

Buraya kadar olan değerlendirmelerin gösterdiği gibi Refah Partisi, 1990'lardaki tüm seçim başarılarına karşın, programı ve uygulamaları bakımından anakronik bir parti görünümünde kalmıştır. Dış politikasında Arap-Müslüman ülkelerle ittifaklar geliştirmeye olan düşkünlüğü ve Türkiye'nin mevcut ittifaklarına mesafe koyabileceği kuşkusu, ayrıca emperyalizmin alarm zillerini çaldırmaya yeterli olmuştur.

Gerçi "Milli Görüş"ün oy potansiyeli hemen erimeyecektir. Kapatılan RP yerine geçen Fazilet Partisi'nin 1999 genel ve yerel seçimlerindeki oy oranları hala yüzde 15,41 yüzde 16,48 düzeyindedir. Üstelik İstanbul ve Ankara gibi metropolleri elinde tutmayı başarabilmiştir. Ne zaman ki bu parti de kapatılmış ve içinden çıkan neoliberal ve AB'ci AKP bu hareketin ve merkez sağ partilerin oy tabanını kendi yönüne çevirmeyi başarmış, o zaman "Milli Görüş"ün de sonu ilan edilmiştir. (Saadet Partisi'nin, 2002 sonrasındaki en yüksek oyu artık yüzde 2,49'dur).

BİRKAÇ SONUÇ

RP'nin 1990'lardaki seçim zaferleri salt kendi başarısı değil, (i) karşısındaki siyasetlerin çok parçalı/dağınık yapısı ile (ii) IMF programı dışında özgün programlara/uygulamalara sahip olamayan, emek yönlü programlara hiç tevessül etmeyen bir muhalefet anlayışıdır. RP, bu iki arıza üzerine oturmuştur.
Milli Görüşçülüğü çökerten 28 Şubat'taki MGK tavsiye kararları değildir; RP'nin Türkiye kapitalizminin olgunlaşma düzeyine denk gelmeyen kendi uçuk programıdır. Dolayısıyla, öncelikle bu programın karşısındaki iç ve dış sermaye ittifakıdır.

Öte yandan izleyen dönemde Milli Görüşçülüğü hızlı bir kopuşla tarihin çöp sepetine iten, bu harekete karşı konumlanan AKP'den başkası değildir. AKP'nin de arkasında olan iç ve dış sermaye güçleridir.

28 Şubat'taki MGK toplantısında alınan kararda, laiklik için anayasal/yasal düzenlemelere uyulması, tarikatlara bağlı okulların MEB'e devredilmesi, tarikatlarla etkin mücadele yapılması, ilköğretimin 8 yıllık kesintisiz eğitime dönüştürülmesi, Tevhid-i Tedrisat'ın uygulanması gibi talepler vardı. Bunların, özellikle 2008'de AKP'yi kapatma davasının boşa çıkarılması sonrasında, tümüyle tersyüz edileceği bir dönem yaşanacaktır. Üstelik artık, AKP'yi frenleyebilecek herhangi bir kurumsal yapı kalmamış olacaktır.

Ancak ideolojik tutkalı iyice aşınan AKP hareketi, bugün İstanbul İl Başkanlığı seçimlerinde olduğu gibi, "Milli Görüşçü" ruhtan destek alma hesaplarına muhtaç kalmıştır. Sosyalist sola düşen, iktidarın bu siyasi-ideolojik tükenme sendromunun üzerine güçlü bir aydınlanma ve emek programıyla gitmek olmalıdır.