Siyasal tarihimizin temel kırılma noktalarından 28 Şubat’ın asıl amacına İslamcı akımları neoliberal dönüşüme eklemleme çabası olduğunu vurgulayan Siyaset Bilimci Öztan: “Toplumsal muhalefet, çatışmanın ulusalcılar ile İslamcılar arasındaki bir güç mücadelesiymiş gibi gösterilmesini engelleyebilseydi 28 Şubat yaşanmayabilir, AKP hiç ortaya çıkmayabilirdi.”

28 Şubatçılar İslamcılıkla değil, gölgesiyle uğraştı

Mehmet Emin Kurnaz

Yakın dönem Türkiye siyasi tarihinin ana kırılma eksenlerinden 28 Şubat’ın üzerinden 24 yıl geçti. ‘Postmodern darbe’ olarak da nitelenen askeri girişimin mimarları, amaçlarının irticaya karşı laik düzeni korumak olduğunu iddia etti. Refah Partisi Lideri, dönemin Başbakanı Necmettin Erbakan'ın istifasıyla sonuçlanan süreç, Milli Görüş gömleğini çıkarttığını söyleyen aktörlerin bugünkü AKP iktidarına giden yolunu açtı.

Siyaset Bilimci Akademisyen Güven Gürkan Öztan ile 28 Şubat’ı ortaya çıkaran atmosferi, darbenin İslamcı akımlara etkisini ve bugünkü siyasal zemini nasıl şekillendirdiğini konuştuk.

LAİKLİĞİ KORUMAKLA İLGİSİ YOKTU

Susurluk skandalının yaşandığı, devlet-mafya-siyaset üçgeninin ülkeyi kuşattığı zorlu bir dönemdi 90’lar. Öncelikle 28 Şubat’a giden süreç nasıl şekillendi? Bu süreç ne gibi kırılmalar yarattı?

1990’ların Türkiye’nin “en uzun on yılı” olduğunu söylesek abartılı olmaz. Bunun birçok nedeni var. En önemli neden şüphesiz çok katmanlı bir kriz sürecinin siyasal ve toplumsal formasyonları derinden etkilemesi; bir diğer ifadeyle eski olanın çözülmesi ama yeninin bir türlü kurulamaması. Bunun neticesinde devlet-toplum-ekonomi ilişkisinin sancılı bir dönüşüm evresine iteklenmesi ve siyasetin içinin somut sınıfsal gerçeklik ile değil Kulturkampf (kültür savaşı) ile doldurulması.

Ekonomik ve politik türbülansların iç içe geçtiği bu dönem bir hegemonya krizine denk düşüyor. Türkiye’nin farklı sermaye fraksiyonlarının çıkarlarına hitap eden merkez sağ aktörleri, 1990’lar boyunca neoliberal dönüşümü tek başına gerçekleştirecek bir güce ulaşamadıkları gibi kendi aralarında kısır bir rekabete girdiler. Merkez sol siyaset ise toplumsal taleplere yabancılaşmaya, kimlik politikalarına kaymaya başladı. Proleterleşen orta sınıfların sorunlarını görmüyor, laiklik ve Kürt sorunu gibi temel meselelerde “müesses nizamın” dışında bir çözüm geliştiremiyordu. 1980’lerin ikinci yarısından itibaren yeni bir evreye giren siyasal İslam böyle bir ortamda serpilip güçlendi.

Merkez siyaset, irtifa kaybını ordu başta olmak üzere siyaset dışı aktörlerle pazarlık yaparak aşmayı deniyordu. Bir yandan da DYP ve ANAP liderleri yolsuzluk batağında debeleniyor; yeni bir klientalist düzen neoliberalizmin ana rahminde büyüyordu. Bir yandan da Güneydoğu’da çatışmalar devam ediyordu. Tüm bunlar da, devlet-mafya-siyaset ilişkisinin derinleşerek sürmesine neden oluyordu.

1990’larda sermaye fraksiyonları arasındaki çatışma ve bunun politik arenaya yansıma biçimleri de belirginleşmişti. MÜSİAD’ın kuruluşu, TÜSİAD’ın ülke gündemindeki politik meselelere doğrudan müdahil olması, sermaye gruplarının tercihlerinin hükümet programlarına damgasını vurması “uzun 90’ların” ayırt edici özellikleri arasındaydı. İstanbul sermayesi olarak bilinen sermaye grubunun 28 Şubat’ta TSK ve merkez aktörlerle birlikte saf tutması “laiklik hassasiyetinden” değil sermaye fraksiyonları arasındaki rekabetten kaynaklanıyordu.

28 Şubat’a giden süreçte TSK de ciddi bir dönüşüm geçirmişti. Bu dönüşümün kurumsal yönü 1991-1995 arasında PKK ile mücadele çerçevesinde gerçekleşti. Dönüşümün bir de siyasal veçhesi vardı ki o da ordunun politik bir parti gibi davranmaya başlamasıydı. Ulusalcılık, partileşme eğilimi gösteren ordunun “ideolojisi” oldu. TSK’nın zirvesi toplumu güvenlik ekseninde yeniden inşa etmek için “sivil topluma” nüfuz etme, kitle seferberliği sağlama gibi yöntemlere başvurdu. 28 Şubat’ın bin yıl süreceği iddiasının da laikliği korumakla bir ilgisi yoktu; bu iddia TSK’nin ordu-sivil toplum-sermaye ilişkisine dair yaptığı bir çıkarımdı, ancak o çıkarımın isabetsiz olduğu çok geçmeden anlaşıldı.

YENİ BİR AKTÖR ARAYIŞI HÂKİMDİ

Bülent Ecevit 99’da nasıl bir döneme yeniden Başbakanlık etti? Büyük ekonomik kriz, hatta sağlık problemleri iktidarını zorladı. Bunların ötesinde Batı’yı, sermaye çevrelerini memnun edecek başka bir arayış var mıydı?

Aslında süreci ANASOL-D hükümetinden başlatmak daha iyi olur. ANASOL-D, Refah-Yol’un ülkeyi rejim ve devlet krizine sürüklediği tezinden hareketle kuruldu. Ancak ortakları arasında bu tespitin dışında bir fikir birliği söz konusu değildi. Hükümetin devlet-mafya-siyaset ilişkileriyle hesaplaşmak ya da yolsuzlukların üstüne gitme kapasitesi neredeyse sıfırdı. Nitekim 28 Şubat kararlarının bazılarını uygulamanın ötesinde bir icraatı olmadan dağıldı.

1999 seçimlerinde Ecevit’in DSP’sinin ve MHP’nin elde ettiği başarının kaynağı parti programları ya da karizmatik liderler değildi; 1990’ların yorgun kitlelerinin “bir de bunları deneyelim” refleksiydi. Öcalan’ın yakalanması ve ekonominin düze çıkacağı vaatleri de DSP ve MHP’nin yelkenlerini şişirmişti. Zorlu bir süreç sonrasında kurulan DSP-MHP-ANAP hükümeti iç çelişkileri nedeniyle krizleri aşacak bir politik netliğe zaten erişemezdi. Marmara depremi, Ecevit'in hastalığı gibi olaylar bizi yanıltmasın. Bunlar olmasaydı da üçlü koalisyon egemen güçlerin beklentilerini karşılama potansiyeline sahip değildi. 2001 krizi sonrasında, sermayenin neoliberal politikaları yürütecek, küresel kapitalizmle eklemlenme sürecini hızlandıracak yeni bir aktör arayışı aşikâr hale geldi. AKP de böyle bir zamanda, sözünü ettiğim “ihtiyacı” görerek kuruldu.

MİLLİ GÖRÜŞ İÇİNDE HAT BELİRLENDİ

Darbe, Milli Görüş gibi bir siyasal İslamcı harekete yönelik olsa da bir başka siyasal İslamcı hareket olan AKP’nin 2000’lerin sonuna dek uzanan ilk dönemki iktidarının yollarını döşedi. Bu süreç AKP’yi nasıl doğurdu?

28 Şubat İslamcı akımları seçici bir biçimde ehlileştirerek neoliberal dönüşüme eklemleme çabasının bir uzantısıydı ve bu mesajı almakta direnen Erbakan’a karşı Milli Görüş içinde çok geçmeden yeni bir siyasi hat belirlendi.

AKP’yi kuran kadro, Milli Görüş’ün iktidar stratejisinin başarısız olduğunu bizzat deneyimlemişti. Erbakan’ın hem parti içinde hem de diğer aktörlerle kurduğu ilişkinin sürdürülebilir bir iktidar yaratma ihtimalini zayıflattığını görmüşlerdi. Bir siyasetin, hem Batı’ya angaje egemen sermaye fraksiyonunu hem “partileşen” orduyu hem de liberal entelijansiyayı karşısına alarak iktidarda kalması mümkün değildi. Maharet bu çıkar grupları arasında “denge” kurabilmekti.

Ak saçlılara bayrak açanların “yenilikçiliği” daha demokrat ya da reformist olmalarından kaynaklanmıyordu. Aksine Milli Görüş’ün toplumu İslami doğrultuda dönüştürme hedefini harfiyen paylaşıyorlardı. Ayrıldıkları yer iktidar stratejileri ve bu bağlamda kurduğu ortaklıklardı. Erdoğan-Gül-Arınç ekibi o dönemde liberallere AB demokrasisi, sermayeye neoliberal küreselleşmeye eklemlenme kararlığı, kent yoksullarına da sosyal yardım vaat ediyordu.

28-subatcilar-islamcilikla-degil-golgesiyle-ugrasti-846699-1.
Refah Partisi kapatıldıktan sonra Fazilet Partisi kurulmuştu. Parti Milli Görüş çizgisini devam ettirmek isteyen 'gelenekçilerle' daha sonra AKP'yi kuracak olan 'yenilikçilerin' yarışına sahne olmuştu.

GÜLENCİLER TSK’DE ÇOKTAN ÖRGÜTLENMİŞTİ

Gülen hareketi bu sürecin neresindeydi? Milli Görüş çizgisiyle ilişkileri o dönem nasıldı?

Milli Görüş ile Gülen arasındaki zikzaklı ilişkiyi 1970’li yıllara kadar götürmek mümkün. Milli Görüş’ün iktidar ortağı olduğu dönemlerde Fethullahçılara diğer cemaatlere yapıldığı gibi belirli bir alan açıldığı rahatlıkla iddia edilebilir. Ancak o günlerde Gülen stratejik olarak merkez sağ ile, Demirel’in AP’si ile ilişkilenmeyi tercih etmişti. Fethullahçılar “kurulu düzen” içinde görünmeyi, kabullenilmeyi ve sağ iktidarların imkanlarından azami ölçüde yararlanmayı seçmişlerdi. 1990’larda da stratejileri çok farklı değildi. O nedenle hiçbir zaman tam manasıyla Milli Görüş’e eklemlenmediler.

28 Şubat’ta ortaya çıkan tablo Fethullahçılara göre Erbakan’ın beceriksizliğinin sonucuydu. Gülen’in, askerlerin anayasal görevini yerine getirdiklerine ve sorunu “demokratik biçimde” MGK’de müzakere ettiklerine dair sözleri Milli Görüşçüler ile Fethullahçıların arasının daha da açılmasına neden oldu. Fethullahçılar 28 Şubat olduğunda çoktan TSK içinde örgütlenmişti. Devleti ele geçirme hedeflerini uzun vadeye yaymışlardı. 28 Şubat’tan etkilenmelerine rağmen “devlete bağlı” oldukları mesajını vermekten asla vazgeçmediler.

O dönem solun ‘Sürekli aydınlık için bir dakika karanlık’ eylemlerine, sendikaların kurulma sürecine, büyük üniversite işgallerine bakılırsa toplumsal muhalefet bir çıkış içindeydi. Darbeye karşı “ne refah yol ne hazır ol” tavrı yeterince anlatılabildi mi? Ya da anlatılabilse neler olurdu?

12 Eylül’ün baskıcı atmosferi ve ardından gelen ANAP iktidarının neoliberal muhafazakâr yönetim stratejisi toplumsal muhalefeti bir süreliğine geriletmişti. Ancak 1980’lerin sonunda toplumsal muhalefet, üzerine giydirilmek istenen deli gömleğini Bahar Eylemleri gibi kitlesel eylemlerle yırttı. Büyük Madenci Yürüyüşü, özelleştirme karşıtı eylemler derken 1990’ların ortasına dek süren etkin ve dinamik bir sınıf hareketinden söz etmek mümkündü. Bu hareketlerin içinde yer alan emekçilerin büyük bir kısmı 1970’lerin politik örgütlenme birikiminden geliyordu. Devlet, o geleneği yeni istihdam taktikleriyle ve değişen işçi profiliyle pasifize etmeye çalıştı. Bu sefer bayrağı öğrenci muhalefeti devraldı ve ülkenin politik gündemine damgasını vuran eylemler gerçekleştirdi. Refah-Yol iktidarı ve 28 Şubat sürecinde de üniversite öğrencileri muhalefetin en diri unsurlarından biriydi.

Toplumsal muhalefet hem Refah-Yol’un gerici-baskıcı politikalarına hem de darbe tehdidine karşı çıkma cesaretini gösterdi. Gericilikle mücadelenin tepeden inme yöntemlerle değil özgürlük ve eşitlik talebinin tabanda örgütlenmesiyle mümkün olduğunu söyleyen bu çizgi o günlerde “müesses nizam” tarafından büyük bir tehdit olarak görüldü. Düzen aktörleri, ana akım medya başta olmak üzere tüm araçları kullanarak “ne şeriat ne darbe” çıkışını bastırdı. Gerçek bir hesaplaşma çabasının önüne set çekerek İslamcıları geriletme kisvesiyle sol/sosyalist muhalefeti ve Kürtleri etkisizleştirmeye çalıştı.

Şayet toplumsal muhalefet, çatışmanın ulusalcılar ile İslamcılar arasındaki bir güç mücadelesiymiş gibi gösterilmesini engelleyebilseydi 28 Şubat yaşanmayabilir, AKP hiç ortaya çıkmayabilirdi. 28 Şubat’a karşı tavrını düzen muhalefetine kabul ettirebilseydi siyasal İslam ve darbecilik illetinden toplum kurtulabilirdi.

İTTİFAKLARI PARÇALAYACAK HAMLE YAPILAMADI

Erdoğan iktidara geldiğinde “Ben değişerek geliştim” demişti. Toplumun daha geniş kesimleriyle mutabakat kurma iddiasıyla gelmiş, liberal kesimleri bir dönem ikna etmişti. AKP’nin 18 yıl sonunda ülkeyi son derece otoriter bir rejime sürüklediği, laikliğin kırıntılarının bile süpürülmeye çalışıldığını görüyoruz. Buradan çıkarılması gereken dersler neler sizce?

AKP’nin egemen güçlere en büyük vaadi 1990’ların hegemonya krizini aşmaktı. Becerisi de neoliberal dönüşümden medet uman odakları kendisine bağlayabilmesiydi. Liberaller AKP’nin “Milli Görüş gömleğini çıkardığına” inandıkları için değil, hasımlarıyla mücadelede AKP’yi meşru bir müttefik olarak gördükleri için onunla birlikte hareket ettiler. Fethullahçılar da benzer bir motivasyonla AKP ile ittifak kurdu. Ulusalcılık ile kimlik siyaseti arasına sıkışan merkez sol, bu ittifakları parçalayacak bir hamle yapamadı.

Mevut iktidar ile pazarlık yaparak, onun vaatlerini siyasi tartışma için bir zemin olarak kabul ederek muhalefetin bir kazanım elde edemeyeceği artık çok açık bir biçimde görülmüş durumda. Yakın tarihten bir nebze olsun ders çıkaranlar iktidarın şimdilerde yeniden ısıtıp gündeme getirdiği yeni anayasa tuzağına düşmezler.

***

‘Mağduriyet’ten iktidar projesi çıkarıldı

► Siyasal İslamcılar pek çok konuda kendilerini mağduriyetler üzerinden tanımlayıp iktidarlarını bunun üzerine kurmaya çalıştı. Mağduriyet tezlerinin bilhassa 1950 sonrası geçerliliği var mı? Ve 28 Şubat bu mağduriyet sürecinin neresinde?
İslamcılar çok partili hayatın başlangıcından itibaren siyasetin kazanan taraflarından biri oldular. 1950’li ve 1960’lı yıllarda belki iktidar ortağı değillerdi ancak, DP ve AP hükümetlerinde etkinlik sahalarını peyderpey artırdılar. Türk sağının bir bileşeni olarak anti-komünizme angaje biçimde devlet ile ilişkilendiler. 1970’lerde ise doğrudan iktidar ortağı oldular, oy potansiyellerinin çok ötesinde güç elde ettiler. 12 Eylül’de en az dokunulan gruptular, 1990’ların ilk yarısında artık siyasal alanın etkin bir aktörüydüler.

28 Şubat İslamcı taban üzerinde travmatik bir etki yaptı, zira 28 Şubat’ta siyasal alana müdahale eden egemen güç koalisyonu İslamcılık ile değil onun gölgesiyle uğraştı; sıradan insanların yaşamını olumsuz etkileyen birçok saçma sapan işe imza atarken İslamcılığın yükselişi arkasındaki nedenlere gözünü kapadı. Fırsat bu fırsattır diyerek tüm muhalefeti sindirmeye çalıştı. Hal böyleyken, baskıya maruz kalan onlarca kesim varken bu mağduriyetten iktidar projesi çıkaran yine İslamcılar oldu.