“Küçük kardeş bu yıl Siyasal’a gidecek, paltoya para yok ki, o da parka giyecek.” Bir küçük kardeş gibi gittim ben de Siyasal’a. Tam dört sene, kışları sırtımda parka. Yanımdan kurşun sekmedi hiç, parkam delinmedi. Ama kan lekeleri çoktu üzerimde

40 yıllık parka

AYŞEN AKSAKAL / @temcikterelelli

“Sakın kimseye söyleme” ile büyüyen çocuklar darbeye doğanlardır.

Neyi sakladığın önemli değil, sen hele söylememeyi öğren diye umar ana-babalar. Bir gece aniden kapı çalar da eskilerden bir dost gelir diye korkarlar.

Belki de aranıyordur. Yardım ve yataklık büyük suçtur. Yardım etmemek ve evde yatırmamak ise şerefsizlik...

Bir çocuğuna bakarsın, bir dostuna. İkisinin geleceği, hayatın adaletsizlik terazisinde iki ayrı kefede.

Mangallar yakarsın. “Bir türlü yanmadı şu çıralar, ıslak herhalde, getirin okumadığımız kitaplar ile tutuşturuverelim.”

Çocuklar sevinsin iki lokma ızgara yiyecekler diye. Gözüne is kaçmıştır, kül değmiştir, ondan ağlamaktasın.

İnsanlara kolay uzatamazsın elini, eskisi gibi kolay tanış olamazsın. Kimin ne çıkacağı belli mi olur?

İçki içemezsin kimselerle, alkol dilin kilidini çözer, kilit çözülesi günler değildir bunlar. Sonra o sözleri kim neye yorar, başın derde girer, belli mi olur?

O tedirgin zamanlarda tanışıyorum Cem Karaca ile. En sevilenken aniden her şeyi ile yasaklandığı dönemde giriyor hayatıma. O dönem bir eşyaya sahip olmak kıymetli. Para biriktirip kaset almışsın, devlet üzerine bandrolünü bastığı kaseti şimdi yasaklamakta.

Atmıyor, dönüştürüyoruz. Üzerine çocukluk seslerimi kaydediyor babam. Parka diye bağırırken Cem Karaca, ben aralarda çay yapıyorum babama, bayramlığımı anlatıyorum. Aklım ermiyor o zamanlar, neden çay keyfimizin ortasında bu kadar kızgın ve isyankar bu adam? Çayı da dökmedik ki?

Bir arpa boyu büyüyorum; kalkmış yasak. Kendi harçlığım var artık. Alıyorum bir Cem Karaca kasedi. Gülünün Solduğu Akşam’ı okuyorum, Darağacında Üç Fidan’ı.

O zaman anlıyorum Parka’yı.

“Her akşam o köşeye asılırdı o parka” diyor Cem Karaca, gözümün önünde kapı arkası askılar geliyor, belki duvara bir çivi çakılmıştır sadece, orada duruyordur. Yere atılamayacak kadar kıymetli, elbise askısında sakil duracak kadar ucuz parka.

Üzerine filtresiz tütün kokusu sinmiş, biraz da evin rutubeti bulaşmıştır. Ceplerinde belki bir iki tek leblebi kalmış ve astarı her sökükte yeniden dikildiği için, derinlere kaçmamıştır.

“Paltoya para yok ki ondan alındı parka.” Anlıyorum ki sınıfımız bellidir.

Ütülü, halis yün paltoları, birileri kibarca bırakır hanımların beylerin sırtına, parka dediğin iki kol hareketi ile el örgüsü kazaklar üzerine geçirilir sabah ayazlarında.

“Bir sabah onun sırtında çıktı gitti o parka.” Çünkü bazen canımızın bir parka kadar değeri yoktur. Ki genelde parka ucuzdur. Biz çıkar gideriz, ardımızda boşluk kalır, o boşluğa kimi paha biçemez, kimisi için on para etmez.

“Kirli yeşil bir renkte, eskiceneydi parka” Yenisini alamazsın, tekstilde işçi olmamış, tan ağarırken amele pazarının yolunu tutmamışsın. Okumayı seçmişsin yokluğa rağmen. Ama elde bir çitiler anacığın, iki de yama... Olur biter, üzülmezsin, sırtın pektir.

“Baba eski tornacı, gözünü çapak almış, dede bir bacağını Sakarya’da bırakmış...” Sanmayasın babanın uykudan çapak gözleri, tornadan saçılan metale çapak denir ve kör eder gözü. Dedenin kaderi tanıdık. Bu ülkede gazi madalyaları ve şehitlik rütbeleri en varoş mahallelerden sorulur.

Anaların gözü yaşlıdır genelde çektikleri elemden. Yavrucukları bir tanedir cihanda, tüm ümit onlarda. Yakıştırmaz evladına analar sınıf farkını, umut kesmezler, devrimi yine kendi çocuklarından beklerler.

“Parkası ile vurulmuş yatar iken vurdular, dört hain kurşun değmiş, delik deşikti parka.” Yüzüstü bir beden yerde, usul usul yol alıyor kanı arnavut kaldırımda. Parkanın cebindeki acemi dikiş izinden tanıyorsun. “Değildir” diye umuyorsun. Hafif sakalları görünmüyor nasılsa fotoğrafta. Kapşonu örtmüş yüzünün yarısını.

Umut dediğin bazen bir ömür, bazen sadece birkaç saat sürüyor.

“Küçük kardeş bu yıl Siyasal’a gidecek, paltoya para yok ki, o da parka giyecek.”

Bir küçük kardeş gibi gittim ben de Siyasal’a. Tam dört sene, kışları sırtımda parka.

Yanımdan kurşun sekmedi hiç, parkam delinmedi. Ama kan lekeleri çoktu üzerimde. Cem Karaca bu şarkıyı yazdıktan tam 20 yıl sonra.

Acil kapılarına arkadaşlar taşıdık, bazen sıyırdı satırlar, bazen kaçamadık. Bir olunca güçlüydü yumruklar, kolay delinmiyordu parkalar.

Oysa yalnız kalınca, aç kurtlar gibi çökerdi üzerimize karanlıklar.

Büyüdüm ben, kasetler cd oldu, cd’ler internet.

40 seneyi geride bıraktı Parka.

Hâlâ aynı şarkıda ağlıyorum gidenlere.

Parkasından insan tanımayı öğretmeye bıkmadı tarih.

Hrant’ın pabucu, Berkin’in kaşları, Veysel’in yeni çıkan süt dişleri, Şebnem’in başına bağladığı oyalı yemeni ile umutlarımıza kan değdi.

Kafamda bir fotoğraf var; Suruç’tan Alican Vural.

“Paltoya para yok ki, o da parka giyecek” dediğimiz günlerden, parkaya dahi parası yetmediği için ancak fotoğrafını çektirebilen, bir hain bombanın 19 yaşında bizden ayırdığı gencecik bir oğlan.

“Ananın gözü yaşlı, delikleri dikecek” diyordu Cem Karaca. O parka içinde bir oğul kaybeden ana, o parkayı atma ihtimali olmadığından, bir oğulu daha, aydınlığa çıkma umudu ile yolluyordu Siyasal’a, ağlaya ağlaya. Elde çitilemişti belki kan izlerini, delikleri yamıyordu.

Gözü yaşlı dikeceğiz delikleri, o Siyasala girilecek.

Acılı olmak pes etmek demek değil.

Her dönemde ayrı anlıyorum seni Cem abi.

Tamirci çıraklarıyız memleketin, basar giderler egzozlarında boğuluruz.

Dost köyünden ayağımızı keserler

Gözlerimizde yaştan gayrı nemiz kalır.

Bizim de şu cihandan gidişimiz hey canım

Memleket sevdasındandır

Sevda kuşun kanadında, ürkütürsek tutamayız.

Gerekirse güneşte demleriz çayımızı, yüreğimizden süzer öyle veririz.

Ne yalnızlık ne de yalan üzmesin bizi

Doğarken ağladı insan bu son olsun bu son.