6 Ağustos Hiroşima

Geçen ay yayınlanan bir haber özetle şöyleydi:

Avrupa Parlamentosu, Türkiye ile görüşmelerin durdurulmasını öngören yazanağı(raporu) olurladı. Yazanakta, Türkiye’de yapımı süren Mersin Akkuyu Çekirdeksel(Nükleer) Özeği(santrali) tasarısından vazgeçilmesi istemi de yer alıyor. AP, Türkiye hükümetine Akkuyu yapımını durdurması çağrısında bulunuyor ve bu bölgenin güçlü depremlere eğilimli olduğunu savlıyor. Söz konusu ‘çekincenin’ (tehlikenin) yalnızca Türkiye’ye değil, aynı zamanda tüm Akdeniz bölgesine karşı bir göz korkutma(tehdit) olduğu da öne sürülüyor...

27.7.2010 tarihli köşe yazımda, söz konusu konuyla ilgili alıntılarım şöyleydi: “Ülkelerin nükleer enerji programına geçişleri uzun yıllar süren çok ciddi ve kapsamlı çalışmaları gerektirmektedir. Bu çalışmalar içinde ulusal enerji stratejisiyle bağlantılı nükleer enerji programı, ayrıntılı yasal altyapı, ikincil mevzuat ve düzenleyici altyapı, nükleer güvenlik ve silahsızlanma programları, radyasyondan korunma, ulusal elektrik şebekesiyle bağlantı, insan kaynakları planlaması, halkı bilgilendirme ve aydınlatma çalışmaları, santral sahası ve yardımcı tesisler planlaması, çevresel koruma, acil durum ve emniyet planlaması, nükleer yakıt çevrimi ve radyoaktif atıkların yönetimi ve yerli sanayinin katılımı v.b. başlıklar bulunmaktadır. Bu konularda ülkemizde yapılan çalışmalar sınırlı ve yetersizdir. Ayrıca Türkiye nükleer santralden elde edilecek enerjiden fazlasını sağlayacak yerli kaynak potansiyeline ve alternatif çözüm olanaklarına sahiptir. Enerji verimliliği uygulamalarının etkinleştirilmesi ve enerji tasarrufu sağlanması; yeterince değerlendirilmeyen linyit, hidrolik, rüzgar enerjisi, jeotermal ve güneşe dayalı elektrik üretim potansiyelinin harekete geçirilmesi; birincil enerji tüketimi ve elektrik üretiminde dışa bağımlılığın azaltılması, serbestleştirme ve özelleştirmelerden vazgeçilerek kaynakların esas olarak kamusal çıkarlar gözetilerek değerlendirilmesi, kamusal planlama, kamusal üretim ve denetim öncelikli enerji politikası olmalıdır... / Mersin-Akkuyu nükleer güç santrali kurulması ve işletilmesi yasa tasarısı üzerine - TMMOB Makina Mühendisleri Odası.”

Ne zaman çekirdekselle (nükleer) ilgili bir sözcük duysam, gözlerimin önüne atom bombası gelir öncelikle...

ABD’nin Enola Gay adlı uçağından 6 Ağustos 1945’te “Little Boy-Küçük Çocuk” adı verilen ilk atom bombası Hiroşima kentine atılıyor. Yüksek sıcaklıktan dolayı asfalta yapışan insanların izleri ve bir hafta boyunca kente yağan asit yağmurları görülüyor. İki ay içerisinde ışıma(radyasyon) nedeniyle 70.000 insan ve 60.000 kişi de beş yıl içinde yaşamını yitiriyor. Hiroşima’nın dengelemi(bilançosu): ilk beş yılda 200.000 kişinin ölümü, on binlerce insanın da sakat kalması... Üç gün sonra 9 Ağustos 1945’te Nagazaki’ye atılan diğer bombanın adı ise “Fat Man-Şişman Adam” adlı plütonyum bombası. 21 ton patlayıcının gücündeki bomba bu kez Nagazaki’yi cehenneme çeviriyor. 75.000 kişi anında kavruluyor. Bir o kadar kişi de beş yıllık süre içerisinde can veriyor...

Dinletiyi izlerken, tanık olduğu o gözyaşlarımın nedenini öğrenmek istemesi, ufaklığa bu bilgileri aktarmama neden oluyor. 1945’in 50.yılı nedeniyle Japonya’daki anmalarda barış dinletilerinden biri Seiji Ozawa yönetiminde gerçekleşiyor. Çalanlar (orkestra) ve söyleyenler(koro) topluluğunun görebildiğimce tümü Japon. “Ufaklık,” diyorum; “sanatçıların her birinin yüzünde, atom bombasıyla ölen bir yakınlarının izleri var sanki. Şunun annesi, onun babası, bunun dedesi. Şu söyleyen daha yaşlıca; büyük bir olasılıkla yaşamıştır o günleri; nasıl sağ kaldı o günden bugüne, hangi acılara direnerek nasıl tutunabildi acaba yaşama?” Ufaklık ilgiyle daha bir yaklaşıyor bilgisayara. Eliyle gösteriyor: “Bu kemanı çalanın da ailesi ölmüştür belki?” diye soruyor. “Olabilir!” diyorum. “Şey,” diyor, “bu adam sana çok benziyor, ayakta zor duruyor söylerken, hani ölü gibi.” “Ölüye mi benzettin beni? Bak bu doğru bir bakıma. Kaç kez ölmüşüm ben bu yaşadıklarımla?!” “Dur babacık, beni de ağlatacaksın ama! Off yaa, bu ABD’in de yapmadığı yok! Ünü bu kötülüklerden mi geliyor?” “Şöyle gerilere bir uzanırsan, Kızılderilileri kestikleriyle de bilinesi ünleri vardır ABD’nin ta geçmişten. Bir de darbeleriyle ünlüdür ABD. Bir de...” derken, soruyor gene tutturuk: “Başka nesi ünlüdür?” “Hem sürekli aynı soruyu soruyorsun, hem de dinlemiyorsun. Tek bir sözcük mü istiyorsun; Amasya’nın ‘elması’, Malatya’nın ‘kayısısı’ gibi?” “Evet!” diyor. “Yarışma izlencelerinde beki, ama yaşamda her sorunun bir tek yanıtı olmayabilir...” Sanki geçiştiriyorum da onun için yineliyor, dingince: “ABD nesiyle ünlüdür?” “Delirtme beni! Al o zaman tek sözcük: Kıyımlarıyla!…” Bir derin soluk alımı duraksıyorum, o gözlerimin içine bakadururken tepkisiz. “Bana Little Boy deme bir daha!” diyor. Şaşırıyorum. “Yoo, ben sana ufaklık diyorum yalnızca.” “Ama İngilizcesi aynı kapıya çıkıyor...” Bir yetişkin soğukkanlılığını sürdürerek alaysı ekliyor: “Sen önce şu göbeğini biraz eritsen Fat Man!” “Ben mi Fat Man?” “Ne yaptın ki o ölen çocuklar için o günlerden bu yana, semirmekten başka...” “Çıldırmışsın sen! Bu nasıl bir yaklaşım?! Biz de kendi çapımızca...” Susmuyor: ”Evet, sen ne yaptın; oynamaktan, ıvır zıvır şeyler yazıp durmaktan başka?!”

Haydaaa... Kızamıyorum, çocuk aklı ne de olsa…