Berlin Film Festivali korona salgını öncesindeki günlerine geri dönmeyi hedeflerken özellikle de yarışma filmleri beklentilerin altında kaldı. Ancak sinema salonlarından kırmızı halıya İran’daki protestolarla dayanışıldı: Jin Jiyan Azadi (Kadın, Yaşam, Özgürlük)

73. Berlin Film Festivali’nde filmler beklentileri karşılamadı
Fotoğraf: DepoPhotos

Seçil Kalenderoğlu / BERLİN

Birkaç gün önce Berlin Film Festivali’nde ödüller dağıtıldı ama festival hakkında bir şeyler yazmak kolay olmadı. Depremin hemen sonrasında başlayan festivali karmaşık hislerle takip ettim ancak festivale dair ortaya konulması gereken bazı eleştirilerin ve çeşitli eşitsizliklerin önemli olduğunu düşünüyorum. Bu sene 73. kez düzenlenen Berlin Film Festival, iki sene sonra ilk kez korona sınırlamalarını kaldırdı. Böylece çok daha geniş bir film seçkisiyle birçok sinemaseveri ağırlayabilecek sinema salonu kapasitesi ve filmlere ek olarak çeşitli konuşmalar, seminerlerle 16-26 Şubat tarihleri arasında izleyici ile buluştu. Festival başlamadan önce gelen Türkiye ve Suriye’deki deprem haberi festival açılışında çok az bir şekilde yer alırken gelen eleştiriler doğrultusunda mı bilinmez ama kapanış konuşmasında festivalin idari direktörü Mariette Rissenbeek tarafından dayanışma çağrısı yapıldı. Elbette bugüne kadar Türkiye’den ve Suriye’den (hali hazırda festivalde de filmler bulunmaktaydı) pek çok filmin yer aldığı festivalde, deprem sonrası ihtiyaçlara çok daha geniş yer verilebilir ve daha organize bir dayanışma hareketi mümkün olabilirdi ama olmadı.

HER ZAMANKİ GİBİ HOLLYWOOD RÜZGÂRI

Açılış filmlerinden, özel gösterimlere, uzun yıllardır olduğu gibi festivali saran Oscar öncesi Hollywood cazibesi adı altında gösterilen yapımlar, son bir tur atan adaylar ve önümüzdeki aylarda gösterime girecek filmler oldukça geniş bir yer buldu. Bu senenin jüri başkanı da çeşitli Avrupa filmlerinde de rol almış olan Hollywood’un önemli yıldızlarından Kristen Stewart oldu. Aynı şekilde onur ödülünün de son filmi The Fabelmans (Fabelmanlar) ile her filmiyle olduğu gibi yine Oscar adayı olan Steven Spielberg’e verilmesi kararlaştırıldı. Ancak Hollywood cazibesinin ilk hayal kırıklığı açılış filmi “She Came to Me” (O bana geldi) oldu. Yönetmen koltuğuna Rebecca Miller’ın (Maggie’s Plan) oturduğu, Peter Dinklage, Marisa Tomei, Joanna Kulig, Brian D”arcy James, Anne Hatteway gibi yıldızları bir araya getiren film, romantik komedi içine sıkışıp izleyiciye çok fazla yeni bir parıltı vaat edemedi. Aynı şekilde yarışma bölümünde yer alan Blackberry ve Manodrome gibi filmler ise Hollywood kontenjanından girdiğini belli eden zayıf yapımlardı.

“SANAT OKSİJEN GİBİDİR”

Festivalde öne çıkan bir diğer tema ise kuşkusuz dayanışmaydı. Rusya’nın Ukrayna’ya karşı uluslararası hukuku hiçe sayarak açtığı savaş nedeniyle Ukrayna halkıyla dayanışma göstermek aracıyla pek çok Ukrayna yapımı belgesele festivalde yer verildi. Aynı şekilde İran’daki baskıcı rejime karşı mücadele edenlere de desteklerini belirtmek amacıyla açılış konuşmasından, festivalin yan etkinliklerine kadar pek çok yerde kadınların haklı mücadelesine yer verilirken İran’dan da belgesel ve kurmaca yapımlar da festivalde yerini aldı. Uluslararası jürinin üyelerinden biri olan İranlı oyuncu Golshifteh Farahani basın toplantısında “İran gibi diktatörlükle yönetilen bir ülkede sanat sadece entelektüel ya da felsefi bir şey değil, aynı zamanda oksijen gibidir” diyerek sanata olan ihtiyacın varoluşsal önemini vurgularken “Bu rejim yalan söylüyor... İdam ediyor. İran hapishaneleri masum insanlarla dolu. İran halkıyla birlikte tarihin doğru tarafında durmanıza ihtiyacımız var. Bu rejim düşecek” diyerek rejimin baskıcı politikalarının sanat ve kültürü yok etme zorbalığına, hapishanelerde işkenceye maruz bırakan, idam eden karanlığına karşı dayanışma çağrısı yaptı ve umut vaat eden devrimci hareketin altını çizdi.

Ne yazık ki festivaldeki film seçkisi biraz zayıf kalmış olmakla beraber Panorama bölümünde yer alan Sepideh Farsi’nin ilk uzun metraj filmi olan “La Sirene”yi (Siren) ayrı bir yere koymak gerek. 1980’li yılların başında İran-Irak arasında yaşanan savaşa odaklanan animasyon film, şehir tasarımları ve masalsı kurgusuyla dikkat çekti. Ancak festivalin geri kalanında İran’dan gelen filmler bu heyecanı devam ettiremedi. Özellikle de hapishanelerdeki işkencelere odaklanan Mehran Tamadon’un “Where God is not” (Allah’ın Olmadığı Yer) işkence mağduru kişilerle birlikte deneyimledikleri hapishane ortamını el yordamıyla inşa ederek tecrübe ettikleri deneyimlere kulak veriyor. Fakat yönetmenin işkencecinin vicdanını sorgularken işkenceye maruz bırakılan öznelerinin travmalarını onlara yeniden yaşatma riskini yeterince önemsemediğini ve kendisini filmde de öne çıkararak pek çok etik soruyu havada bıraktığını görüyoruz.

“JİN JİYAN AZADİ” (KADIN, HAYAT ÖZGÜRLÜK)

Festivalin belgesel yarışma bölümünde gösterilen Hindistanlı yönetmen Sreemoyee Singh’in bitirme projesi olarak gerçekleştirdiği İran sinemasına odaklanan “And, Towards Happy Alleys” (Ve, Mutlu Sokaklara Doğru) belgeseli 2016-2022 arasında İran’da çekiliyor ve yönetmenin şair Forough Farrokhzad’a (Füruğ Ferruhzad) olan hayranlığı, daha önce hapis cezaları almış ve serbest bırakılmış yönetmenler Jafer Panahi (temmuz ayında hapse girmiş ve açlık grevi sonrası geçtiğimiz ay serbest bırakılmıştı), Muhammed Rasoulof (2010 yılında filmlerinde ve protestolarda hükümeti eleştirerek “sisteme karşı propaganda” yaptığı gerekçesiyle tutuklanan ve altı yıl hapis cezasına çarptırılan ve daha sonra serbest bırakılmıştı) gibi Berlinale de yarışmış ve yakinen tanınan yönetmenlere yer veriyor. Ancak film tekrarlara düşerek, tam anlamıyla derinleşmiyor, özellikle de protesto hareketlerini başlatan Kürt kökenli İranlı Mahsa Amini’nin ahlak polisi tarafından gözaltında öldürülmesinden bahsedilmemesi hayal kırıklığı yarattı. Ancak festival boyunca “Jin Jiyan Azadi” (Kadın, Hayat Özgürlük) sloganını çeşitli yerlerde görebilmek İran’daki protestolarla gönül bağı, fiziksel bağı olanlar için güçlendiriciydi.

YARIŞMA FİLMLERİ BU SENE HAYAL KIRIKLIĞI YARATTI

Festivalin yarışma kısmı ise olumlu ve olumsuz yorumlar arasında bölündü. Tarihte ilk kez iki animasyon filme yarışma bölümünde yer verilmesine rağmen bu filmler izleyicilerden olumlu yorumlar alamadı. Aynı şekilde görmeye alışık olduğumuz Hollywoodvari bir biyografi tarzı ile festivalin müdavim yönetmenlerinden Margarethe von Trotta tarafından çekilen “Ingeborg Bachmann-Journey Into the Dessert” (Ingeborg Bachmann – Çöle yolculuk) da yine beklentileri karşılamadı. Bir başka yarışma filmi olan Iran asıllı Fransız yönetmen Emily Atef’in yönettiği “Irgendwann Werden Wir Uns Alles Erzählen” (Bir gün Bize Her şeyi anlatacaklar) tartışmalı kadına şiddet sahneleriyle yarışma bölümünde ne yapıyor diye kendimize sormamıza neden olurken, daha umut verici duran 75 yaşındaki Portekizli yönetmen Canijo’nun çektiği “Mal Viver”, üç kuşak anneler ve kızları arasındaki zehirlenen ilişkileri konu ediyordu. Ancak ana karakterlerin hepsinin kadın olduğu film oyunculuklarla canlansa da filmin geneline özellikle de finaline depresif bir kasvet hâkimdi.

Festivalin yine müdavimlerinden olan Alman yönetmen Christian Petzold ise önceki festivallerde oyunculuk ödülleriyle ayrılırken bu sene ikinci büyük ödül olan Gümüş Ayı’yı kucakladı. “Roter Himmel” (Kızıl Gökyüzü) filmi iklim krizi temasından hareket eden bir hikâyeyle sanatsal bir krizi de iç içe geçiren belki Petzold’un en güçlü filmlerinden biri değil ama eli yüzü düzgün bir film olarak çok soru işareti bırakmıyor. Altın Ayı’yı kazanan Fransız yönetmen Nicolas Philibert “Sur l’Adamant” (Adamant’ta) belgeseli, Seine nehri üzerinde bulunan bir gündüz kliniği olan Adamant”da psikiyatrik destek alan kişilerin resim yaparak, müzik dinleyerek, edebiyat hakkında konuşarak rehabilite olma sürecini anlatıyor. Ancak Philibert, buradaki rehabilitasyonu kişileri zorla yeniden işlevsel hale getirmenin aksine yaşadıklarına çok daha açık olmayı talep eden bir biçim olarak tanımlıyor. Film sinematografik olarak belki alışıla gelen yöntemler izlese de sorunsallaştırdığı konu ve belgesel sinemanın görünürlüğü açısından ikna edebiliyor.

GÖZDEN KAÇMASIN: ARILARIN 20.000 TÜRÜ

Yarışma bölümünün en iyi oyuncu ödülü çocuk oyuncu Sofia Otero’nun oldu. Her ne kadar film oyuncu ödülüne sıkışıp kalsa da Basklı yönetmen Estibaliz Urresola Solaguren’in ilk uzun metrajlı filmi “20.000 Species of Bees” (Arıların 20.000 Türü) festivalden ayrılırken bizimle kalan filmlerden biri oldu. Film, Fransa’dan Kuzey İspanya’ya aile ziyaretine giden Ané ve çocuklarının oradaki deneyimlerini anlatıyor. Ancak filmin merkezinde çocuklardan en küçüğü, ilk başta kendisine atanan adlarla anılan daha sonra ise kendine seçtiği ismiyle anacağım, Lucia’nın toplumsal cinsiyet kavramları arasında yaşadığı sıkışmayı anlatıyor. Film, bir yandan Ané ve Lucia’nın ilişkisini bir yandan Ané’nin kendini, çocuğuyla ilgili beklentilerini ve ona atfettiklerini yeniden şekillendirme sürecini aktarıyor. Elbette arka fonda ise geniş aile dinamikleri, toplumsal, kalıplaşmış, zehirli bakış açıları ve bilakis arı kovanlarının arasında iyileşme umudunu, “o” zamirine sahip çıkabilen nadide güzel insanların varlığını unutmadan. Otero’da seyirciyle kurduğu son derece doğal bağ ve güçlü performansıyla ödülü kucakladı, iyi ki. Ayrıca Christoph Hochhäusler’in “Gecenin Sonuna Kadar” filmindeki rolüyle trans oyuncu Thea Ehre de en iyi yardımcı oyuncu ödülünü aldı ve Ehre de ödülünü tüm dünyadaki trans bireylere adadı.

Festivalin yarışma dışında Panaroma, Encounters, Generation, Forum gibi bölümlerde yarışmadan çok daha fazla sayıda seyir zevki sunan filmler vardı: Bir Yemen filmi olan Al Murhaqoon (Yüklenenler) yasal kürtaj konusunu merkezine alıyor, Almanya’dan katılan İlker Çatak’ın yönettiği Das Lehrerzimmer (Öğretmenler Odası) derli toplu anlatımı ve filmde seyircisini sürekli tetikte tutmayı başarma gücü ve elbette Leonie Benesch’in başarılı oyunculuğuyla öne çıkıyor, Nijerya’da iki erkek arasındaki flört- arkadaşlık sınırlarında gezen yakınlığı ve toplumsal sıkışmışlığı konu edinen “All the Colours of the World are Between Black and White”(Dünyanın Bütün Renkleri Siyah ve Beyaz Arasındadır), Slovakya yapımı küçük bir ekiple çekilen çok sevdiği muhabbet kuşu Mimi’nin peşinden ormana giden Romy’le ormanın ve çocukluğun dünyasına bir yolculuk yaptıran “Mimi-She Hero” (Mimi, Kız Kahraman). New York’ta geçen ve Trans erkek Feña’nın 24 saatlik süre içinde eski sevgilisinin yeniden ortaya çıkışı, babasının Şili’den gelişi ve beklenmedik bir şekilde ortaya çıkan ergen kız kardeşi arasındaki zorlu gününü anlatan “Mutt” da kaçırılmaması gereken yapımlardan ve son olarak festivalden yine ödülleri ayrılan Amerika’daki dört siyah trans seks işçisinin deneyimlerine odaklanan “Kokomo City”yi de izlemenizi tavsiye ederim.