ABD bir istisnadır, ancak hiçbirimizin arzu ettiği şekilde değil. Dünya nüfusunun yüzde 4’ünü oluşturan ABD, küresel servetin yüzde 30’unu elinde bulunduruyor ve en fazla emisyon salan ülke konumunda.

ABD’nin istisnası dünyanın felaketi

Aviva Chomsky, Tarih Profesörü

İkinci Dünya Savaşının sona ermesinden üç yıl sonra, diplomat George Kennan ülkesinin karşılaştığı güçlükleri şu şekilde özetlemişti:

“Dünya nüfusunun sadece yüzde 6,3’ünüoluşturmakla birlikte (dünyadaki toplam) zenginliğin yaklaşık yüzde 50’sine sahibiz. Bu durumda, kin ve hasedin nesnesi durumunda olmamak elde değil. Gelecek dönemde gerçek görevimiz, bu eşitsiz konumu (uçurumu) ulusal güvenliğimize zarar gelmeden sürdürmeyi sağlayacak ilişkiler kalıbı geliştirmek olacaktır”

Bu özet ABD istisnacılığının (exceptionalism) savaş sonrası versiyonuydu ve Washington o zamanlar dikkat çekici bir şekilde grotesk olan bu eşitsizliği sürdürecek bir şekilde dünyayı yönetmeyi planlıyordu. Kennan’ın gördüğü tek engel, servetin (adil) paylaşımını talep eden yoksul halklardı.

İnsanlığın büyüyen iklim felaketiyle karşı karşıya olduğu günümüzde ise ihtiyaç olan şey, yeni bir politik ekonomik projedir. Böyle bir politikanın amacı da dünyanın kaynaklarının tek elde biriktiği bu tür bir istisnacılığı“gezegenin sınırları içinde herkes için iyi bir yaşam” diye adlandırılabilecek bir projeyleyer değiştirmektir.

1948’e döndüğümüzde, (şayet varsa da) çok az insan mevcut kaynakların aşırı tüketilmesinin çevresel etkileri hakkında düşünüyordu. Yine de o zaman bile, ne kadar bilinmese de, ülkenin büyüyen servetinin karanlık bir görünmeyen tarafı vardı: yavaş yavaş mayalanan iklim değişikliği krizi. Servet kelimenin tam anlamıyla kaynakların çıkarılması ve malların üretilmesinin yoğunlaşması anlamına geliyordu. Hal böyle olunca da, fosil yakıtlar (ve bunların yakılmasıyla gelişen sera gazları) sürecin her adımında temel nitelikteydi.

Bugün durum değişti – en azından biraz. Aşırı tüketim ve küresel hâkimiyetini sürdürme taahhüdü sarsılmaz bir şekilde yerinde durmakla birlikte, dünya nüfusunun yaklaşık yüzde 4’ünü oluşturan Amerika Birleşik Devletleri hala servetin yaklaşık yüzde 30’unu elinde bulunduruyor. Bunu kavramak adına yapmamız gereken tek şey, Biden’ın Beyaz Sarayının “ABD, bir Hint-Pasifik gücüdür” sözüyle başlayan son Hint-Pasifik Strateji politika notunu düşünmektir. Kesinlikle.

2022 yılında servet, emisyon ve iklim felaketi arasındaki ilişki daha da net bir hale gelmiştir. 1990 ve 2015 yılları arasındaki dönemde, küresel ekonomi 47 trilyon dolardan 108 trilyon dolara genişlemiştir. Aynı dönemde küresel yıllık sera gazı emisyonları yüzde 60’dan daha fazla büyümüştür. Gerçi 1990 yılının, atmosferdeki karbondioksit düzeylerinin - çoğu bilim insanının güvenli düzey olduğuna inandığı- 350 ppm’i (milyon başına partikül miktarı)ilk defa aştığı yıl olduğunu unutmayalım. Geçen 32 yıllık süre zarfında o yıldan (1990) önceki tüm insanlık tarihinden daha fazla karbondioksit ve sera gazı atmosfere yayılmıştır.Zira 2016 yılında 400 ppm geçildi, şimdilerde ise hızla 420 ppm’ye doğru yaklaşılıyor.

Eşitsizlik ve emisyonlar

Büyüyen küresel servet artanemisyonlarla yakından ilişkilidir. Ancak servet ve bu emisyonların getirdiği sorumluluk gezegen nüfusu arasında eşit bir şekilde paylaşılmamaktadır. Bireysel bir düzeyde, dünyadaki en zengin insanlar yoksullardan çok daha fazla tüketmekte ve emisyona sebep olmaktadırlar. Dünya nüfusunun en zengin yüzde 10’u veya yaklaşık 630 milyon insan, son çeyrek yüzyıldaki sera gazı emisyonlarındaki artışın yarısından fazlasından sorumlu durumdalar. Ulusal düzeyde ise, elbette zengin ülkeler daha yüksek tüketimden sorumlu insanlara ev sahipliği yapmaktadır ki bu da ülke ne kadar zengin ve büyük olursa, emisyonun o kadar yüksek olacağı anlamına gelmektedir.

Kişi başı milli gelir açısından, ABD dünyada 13. sırada gelmektedir. Ancak Körfez ülkeleri, İrlanda, Lüksemburg, Singapur ve İsviçre gibi listede daha yukarıdaki ülkeler,çoğunlukla küçük ülkelerdir. Bu nedenle, kişi başı emisyon miktarlarının daha yüksek olmasına rağmen, toplam katkıları o kadar da büyük değildir. Öte yandan bu gezegendeki en büyük üçüncü ülke (ABD) olarak, büyüyen kişi başı emisyon miktarımızla yıkıcı bir etkimiz oldu.

330 milyon civarında nüfusuyla, ABD bugün 1,4 milyardan fazla nüfusuyla Çin veya bu rakamın biraz altında olan Hindistan’ın nüfusunun üçte birinden daha az bir nüfusa sahiptir. Başka dört ülke Brezilya, Endonezya, Nijerya ve Pakistan 200 ile 300 milyon nüfus aralığındalar ancak gayri-safi yurt içi hasılaları (GSYH) ve kişi başı emisyonları bizimkinin çok çok altındadır. Esasında, Çin’in 12 trilyon dolar ve Japonya’nın 5 trilyon dolar ile takip ettiği ABD’nin toplam 19 trilyon dolardan fazla GSYH’si diğer tüm ülkeleri aşmaktadır.

Özete, ABD hem büyüklük hem de servet açısından istisnadır.2006 yılına kadar dünyanın açık ara en büyük CO2 yayıcısı olduğunu öğrendiğinizde şaşırmayacağınızdan eminim. Ondan sonra, hızla gelişen Çin (ülkenin kişi başı emisyon miktarı bizimkinin yarısından daha az olmasına karşın) ABD’yi geçti ve hiçbir ülkenin sera gazı emisyonları bu ikisininkilerin yanına bile yaklaşamadı.

Farklı ülkelerin sorumluluklarını tam olarak anlamak adına, atmosfere saçtığımız sera gazları yılsonunda kaybolmadığına göre, yıllık rakamların ötesine geçmemiz ve zaman içerisinde ne kadar yaydığımıza bakmamız gerekiyor. İşte bu noktada da, bir ülke diğer tüm ülkelerin çok üzerinde duruyor: kümülatif emisyonları 2020 yılının sonuna kadar 416 milyar tona ulaşan ABD. Hindistan 54 milyar seviyesinde dolaşırken, 1980’lerle birlikte hızla yükselmeye başlayan Çin’inki ise o yıl 235 milyar tona ulaşmıştı.

İlk olarak 1910 yılında 20 milyar tona dayanan ABD’nin kümülatif emisyonları o zamandan bu yana fırlarken, Çin ise ancak 1979’da 20 milyar tona ulaşmıştı. Bu nedenle kümülatif konuşursak, ABD bu konuda bir sıfır önde başladı ve gezegeni yok etme meselesine gelince, hala çok önde.

ABD İklim Eylem Ağı (USCAN), ABD gibi aşırı yayıcıların bu gezegenin karbon bütçesinde “adil olarak payına düşenden” çok daha fazlasını zaten kullandığını ve esasında bu nedenle son iki yüzyıldaki iklim değişikliği sorununa büyük katkısını telafi etmesi adına dünyanın geri kalanına büyük oranda bir karbon borcu olduğunu ileri sürüyor. Ne yazık ki, 2015 Paris Anlaşmasının emisyonlara yönelik gönüllüğü esas alan, uygulanabilir nitelikte olmayan ve ulusal olarak belirlenmiş kısıtlamaları, fonksiyonel olarak zengin ülkelerin gezegene verdiği zararı sürdürmelerine imkan sağlıyor.

Aslında ülkeler karbon borçlarını geri ödemekten sorumlu tutulmalıdırlar. Sorunun oluşmasında neredeyse hiç katkısı olmayan dünyanın en yoksul ülkeleri, kalan bütçenin bir kısmı ile kendilerinin temel ihtiyaçlarını karşılamak adına alternatif enerji şekilleri geliştirmelerine imkan sağlayacak türde yardımlara erişmeyi hak etmektedirler.

Adil paylaşım teklifi kapsamında, ABD’nin sadece emisyon yaymayı durdurması yeterli değildir. Bu ülkenin bu zamana kadar sorumlu olduğu iklim borcunu da geri ödemesi gerekmektedir. USCAN; ABD’nin payına düşeni adil bir şekilde ödemesi adına, enerji fakiri ülkeleri teknik ve finansal olarak desteklemesi için her yıl güncel emisyonlarının yüzde 125’ine denk düşen nakit miktarı katkı sağlarken, 2030 yılına kadar kendi emisyonlarını yüzde 70 azaltması gerektiğini hesaplamaktadır.

BernieSanders’ın Yeşil Yeni Anlaşma önerisi “adil hisse/paylaşım” (fairshare) kavramını benimsedi. Küresel iklim mücadelesinde gerçek önderliğin, “ABD’nin yüzyılı aşkın süredir dünyada ekonomik güç elde etmek için atmosfere karbon kirliliği emisyonlarını saçtığını” tanıması anlamına geldiğini ileri süren Sanders, “bu nedenle, daha az sanayileşmiş ülkelerin yaşam kalitelerini geliştirirken hedeflerini karşılamalarına yardımcı olmak gibi büyük bir yükümlülüğümüz var” diye belirtti.

Buna karşın, üzülerek söylemek gerekirse, bu konuya dair Sanders ve onun gibilerinin sesi, hepsi-de-sağcı ana akımın çok dışında kalıyor. (Bundan şüphe duyuyorsanız, sadece Joe Manchin’in son seçim kaydını kontrol edin)

Yeni teknolojiler sayesinde mi ilerleme kaydediyoruz?

Birleşmiş Milletlerin Hükümetlerarasıİklim Değişikliği Paneli (IPCC)2018 yılında, küresel ısınmayı ABD dahil Paris anlaşmasına katılan ülkelerin harekete geçmek için temel referans kabul ettikleri hedef olan 1,5 dereceye indirgeme olanağı üzerine özel bir rapor yayımladı. Raporda, yüzde 50 ihtimalle bu sıcaklık artışının altında kalmak için gelecek kolektif emisyonlarımızın 480 gigatonu (ya da 480 milyar ton) aşmaması gerektiği sonucuna varıldı. Başka bir deyişle, bu rakam, insanlığın kalan karbon bütçesiydi.

Ne yazık ki, 2018’den itibaren, küresel emisyonlar her yıl 40 gigatonu aşıyordu, bu da söz konusu eğim hemen düzleşse bile (tam olarak ihtimaldahilinde değil), bu bütçeyi sadece yaklaşık 12 yıl kullanacağımız anlamına geliyordu. Daha da kötüsü, 2020 yılında Covid’den kaynaklı düşüşe rağmen, küresel emisyonlar 2021 yılında hızla tekrar yükselişe geçmişti.

IPCC’nin önerdikleri de dahil pek çok emisyon azaltma senaryosu; küresel ekonomide veya dünyanın en zengin kişi ve ülkelerinin aşırı tüketiminde büyük değişiklikler yapmadanbu hedefe ulaşmamızı sağlayacak yeni teknolojilere iyimser bir şekilde bağımlı. Bu tür teknolojik gelişmelerin yenilenebilir kaynaklardan gelen enerji kadar veya ondan daha fazla üretmemize ve belki de CO2’yi atmosferden çıkarmayı başlatmamıza imkansağlayacağı umuluyor.

Ne yazık ki, özellikle geçtiğimiz dönem içerisinde bu tür bir ilerleme ihtimalini destekleyen çok az dayanak var. Ne kadar çok yeni teknoloji geliştirirsek geliştirelim, tamamen “temiz” enerji formu yokmuş gibi gözüküyor. Nükleer, rüzgâr, güneş, hidroelektrik, jeotermal, biokütle ve belki başka türler, yani tüm hepsi sınırlı kaynakların çıkarılması için büyük endüstriyel işlemlere, bunları işleyecek fabrikalara, enerjiyi üretecek, depolayacak ve aktaracak tesislere ve nihayet bir çeşit atığa (pilleri, güneş panellerini, eski elektrikli arabaları vb. düşünün) bağımlıdır. Her tür enerjinin pek çok tehlikeli çevresel etkisi olacaktır. Bu arada, enerji üretiminin alternatif şekillerinin kullanımı dünyada artmakla birlikte, fosil yakıtların kullanımıhenüz azalmamıştır. Bunun yerine, artan enerji tüketimimize eklenmektedir.

Dünyanın en zengin ülkelerinin ekonomik büyümeyi artan emisyonlardan ayrıklaştırmada (decoupling[i]) belli oranda kazanım sağladıkları doğrudur. Ancak (ayrıklaştırmadan elde edilen) bu görece ufak kazanımın çoğu, belli kirli endüstrilerin dış kaynaklardan temin edilmesinin yanı sıra, kömür kullanımından doğal gaza geçişle ilişkilendirilebilir. Ayrıklaştırma şimdiye dek sera gazı emisyonlarını azaltmada başarılı olamadı; ilk ve en kolay adımlar atıldıktan sonra hızlanması veya yeterince anlamlı bir hızda devam etmesi ihtimal dâhilinde görünmüyor. IPCC’ninki de dahil neredeyse tüm iklim modellemeleri, artan emisyonlara karşı koymak adına atmosferden CO2’yi çıkarmayı hedefleyen yeni teknolojilere ihtiyaç duyulacağını gösteriyor.

Ancak negatif emisyon teknolojileri bu noktada büyük oranda iyi niyet düzeyinde. Zenginler savurganlıklarını sürdürürken hala önemli ölçüde teknolojik fanteziler olarak duran şeylere bel bağlamak yerine, düşünce tarzımızı radikal olarak değiştirmenin ve “Is ScienceEnough? Forty Critical QuestionsAboutClimateJustice” (Bilim Yeterli Mi?İklim Adaletine Dair Kırk Kritik Soru) adlı kitabımda da yaptığım gibi, toplumsal olarak daha adil bir şekilde kaynak çıkarmanın, üretim ve tüketimin nasıl azaltılacağına odaklanmanın zamanı geldi ki ancak böylelikle gezegenimizin sağladığı araçların sınırları içinde yaşayabiliriz. Buna “büyüme-sonrası” (post-growth) veyaküçülme (degrowth) diyebilirsiniz.

Hata yapmayalım: Enerjisiz yaşayamayız ve fosil yakıtların alternatiflerine yüzümüzü dönmek dışında bir çaremiz yok. Ancak alternatif enerjiler; şayet enerji ihtiyaçlarımızı büyük oranda azaltabilirsek –ki bu da küresel ekonomiyi yeniden şekillendirmek anlamına gelir- sahiden uygulanabilir olacaktır. Enerji kıt ve değerli bir kaynaksa, o zaman aramızdaki zenginlerin lükslerini sonsuz bir şekilde arttırmaktansa, kullanımını dünyanın yoksullarının acil ihtiyaçlarını karşılamak adına önceliklendirmenin yolları bulunmalıdır. Ve işte küçülme (degrowth) düşüncesi tam da bunla ilgilidir: Sorumsuz üretim, tüketim ve kar hırsının “insanlığın refahı ve ekolojik istikrar” lehine azaltılması.

İstisnacılığı terketmek

Nisan 2021’de Başkan Biden; 2030’a kadar ABD’nin sera gazı emisyonlarını 2005seviyelerinin yüzde 50 altına düşürmek ve 2050 yılına kadar net sıfır hedefine ulaşmak yönündeki yeni hedefini duyurmuştu. Kulağa çok hoş geliyor, değil mi?

Ancak ülkenin CO2 emisyonlarının 2005 yılında 6,13 milyar tona vurduğu düşünüldüğünde, bu 2030 yılına kadar hala her yıl 3 milyar ton CO2 yaymamız anlamına geliyordu. 2050 yılına kadar net sıfır hedefine ulaşabilsek bile, o zamana kadar ülkemiz tek başına gezegenin kalan tüm karbon bütçesinin çeyreğini kullanmış olacak. Ve şimdi, Amerika’nın politik sistemi düşünüldüğünde, Biden’ın hedefine ulaşmak için ne sahici bir plan bulunuyor ne de açık net bir yol. Mevcut yolumuzda gidersek – ki Cumhuriyetçiler 2022 yılında kongreyi ve 2024’te Beyaz Saray’ı yeniden alırlarsa buna güvenemeyiz-, 2030 yılına kadar yüzde 30’luk bir azalmayı bile elde edemeyiz.

Bu noktada, iktidarda hangi parti olursa olsun bu yolda kalacağımızın hiçbir garantisi yok. Neticede sadece şunu düşünün:

• 2010 yılında, ABD’de satılan yeni araçların sadece yarısı arabaydı ve yarısı SUV ve kamyondu. 2021 yılına kadar, yüzde 80’i SUV veya kamyondu.

• 2020 yılında, bu ülkede 900 binden fazla yeni ev inşa edildi ve bunların ortalama büyüklüğü 210 metre kare. Çoğunun dört veya daha fazlayatak odası vardı ve 870 bininin merkezi kliması bulunuyordu.

• Başkan Biden’ın 2021 Kasım’ında imzaladığı altyapı planı 763 milyar dolar bütçeli yeni otoban yapımını kapsıyordu.

Ve kongrenin askeri-sanayi kompleksini ve savaşı konuşmuyoruz bile. Her şeyin ötesinde Savunma Bakanlığı dünyanın en büyük tek kurumsal fosil yakıt tüketicisi ve CO2 yayıcısı. Dünyadaki üsleri, silah sanayinin geliştirilmesi ve süren küresel savaşlar arasında, ordumuzun tek başına yıllık olarak ürettiği emisyon miktarı İsveç ve Danimarka gibi zengin ülkelerin ürettiğinden fazla.

Bu arada, 2021 Sonbaharında İskoçya Glaskov’da yapılan iklim değişikliği zirvesinin arifesinde, başkanlık iklim özel temsilcisiJohn Kerry, ABD’nin Çin’i de gemiye bindirmesi gerektiği konusunda ısrarcı oldu. Joe Biden da dikkatini Çin’e odaklamıştı. Sera gazı emisyonları ve hala artan kömür kullanımı düşünüldüğünde, Çin’in de oynayacak önemli bir rolü olduğu kesindir. Ancak dikkatleri iklim krizindeki bizim rolümüzden kaçırmak yönünde böyle bir ısrar dünyanın geri kalanına kesinlikle inandırıcı gelmemektedir.

2021 yılında yapılan bir araştırma; küresel ısınma 1,5 derecenin altında tutulacaksa, gaz ve petrol rezervlerinin çoğu bir yana dünyanın kalan kömürünün neredeyse hepsinin toprakta kalması gerekeceğini gösteriyor. 2018 yılında yapılan başka bir araştırma ise iklim değişikliği açısından felaket sonuçları olacağı açık olan 2 derecelik artış hedefini karşılamak için bile, insanlığın yeni fosil yakıt altyapısını durdurması ve fosil yakıt yakma tesislerinin derhal devreden çıkarılması gerektiğini gösterdi. Ancak bunun yerine bu tür tesisler küresel düzeyde amansız bir moda olarak inşa edilmeye devam ediyor. Şayet iklim krizindeki sorumluluğu açık ara en yüksek olan ABD radikal bir şekilde rota değiştirmeye hazır değilse, başka kimseden bunu yapmasını talep edebilir mi?

Ancak rota değiştirmek istisnacılığı terk etmek anlamına gelecektir.

Küçülme fikrini destekleyen bilim insanları; ekonomik büyümeye sadık kalmak adına henüz kanıtlanmamış teknolojilere dayanarak geleceğimizi riske atmaktansa, temel ihtiyaçları ve toplumsal refahı küresel düzeyde öncelik haline getiren şekillerde gezegenin serveti, sınırlı kaynakları ve karbon bütçesinin yeniden dağıtılmasını kapsayan toplumsal ve politik çözümlerin peşinde olmamız gerektiğini ileri sürüyorlar.

Ancak ABD’nin Amerikan istisnacılığınınkaranlık yönleriyle yüzleşerek bu anlayışı terk etmesigerekiyor. Ki bu da 2022 Mart ayında hala uzak bir ihtimal olarak gözüküyor.

Birgün Çeviri Kolektifi tarafından TomDispatch’ten çevrilmiştir.


[i] Ayrıklaştırma(decoupling), ekonomik büyüme devam ederken çevrenin bu büyümeden marjinal olarak zarar görmemesi olarak tarif ediliyor.