Patrick Cockburn Kariyerimin büyük bölümünü Ortadoğu’da muhabirlik yaparak geçirdim. ABD ve müttefikleri, 1979 İran devriminden beri savaşmaya giriştikleri düşmanlarının ‘dini motivasyonlarını’ hafife alıyorlar. Dolayısıyla güç üstünlüğüne sahip oldukları savaşları kaybediyor, ya da zafere ulaşmakta başarısız oluyorlar. Buna en az dört defa şahit olduk. 1982’de İsrail Lübnan’ı işgal ettiğinde, savaşın dönüm noktası ABD Bahriyelilerinin kışlalarının bombalı […]

ABD, Ortadoğu’da hep aynı  hataları yapıyor

Patrick Cockburn

Kariyerimin büyük bölümünü Ortadoğu’da muhabirlik yaparak geçirdim. ABD ve müttefikleri, 1979 İran devriminden beri savaşmaya giriştikleri düşmanlarının ‘dini motivasyonlarını’ hafife alıyorlar. Dolayısıyla güç üstünlüğüne sahip oldukları savaşları kaybediyor, ya da zafere ulaşmakta başarısız oluyorlar.

Buna en az dört defa şahit olduk. 1982’de İsrail Lübnan’ı işgal ettiğinde, savaşın dönüm noktası ABD Bahriyelilerinin kışlalarının bombalı saldırıya uğramasıydı. Saldırıda 241 ABD askeri ölmüştü. 1980-88 arasındaki İran-Irak Savaşında, batılı ülkeler ve bölgedeki Sünni devletler Saddam Hüseyin’i desteklemiş, savaşın kazananı olmamıştı. 2003 yılından itibaren Saddam sonrası Irak’ı “İran karşıtı bir kaleye” çevirme çabaları ise kelimenin tam anlamıyla çöktü. Benzer şekilde batılı ülkelerin yanında Suudi Arabistan, Katar ve Türkiye gibi ülkeler, İran cephesinde yer alan Esad rejimini indirmek için beyhude çabalara girişti.

Şimdi yine aynı sürece tanıklık ediyoruz ve başarısızlığının sebepleri de aynı olacak: ABD ve yerel müttefikleri yalnızca İran ile değil, bilhassa Afganistan ve Akdeniz arasında kalan bölgedeki tüm Şiilerle savaşacaklar. Donald Trump İran’ı köşeye sıkıştırmak için yaptırımlardan yana tavır alıyor, güvenlik danışmanı John Bolton ve Dışişleri Bakanı Mike Pompeo ise savaşı en cazip seçenek olarak görüyorlar. Bir yandan üçü de Lübnan’daki Hizbullah’ı ve Irak’taki Halk Seferberlik Güçleri’ni İran’ın vekilleri olarak görüyorlar. Halbuki bu gruplar bölgedeki yerel Şii halklardan oluşuyorlar; Lübnan ve Irak’da hatırı sayılır birer çoğunluk oluşturuyorlar ve Suriye’de ise iktidardaki azınlık konumundalar. İran üzerlerinde etki sahibi olabilir, fakat bunlar İran desteği ortadan kaldırıldığında yok olup gidecek kuklalar değiller. Ortadoğu’da din temelli topluluklara olan aidiyet, genelde ulus devlet aidiyetinden daha güçlüdür –Suriye’yi yöneten Esad ve komutanlarının da bir parçası olduğu iki milyon Suriye Alevisi de buna örnek. İnsanlar dini kimliklerini savunmak için savaşıp ölmeye hazırlar, fakat pasaportlarında yazan milliyet için aynı şey geçerli olmayabilir. Silahlı İslamcı tarikat IŞİD 2004’te Irak ordusunu yenerek Musul’u ele geçirdiğinde, Bağdat’ı savunmak için binlerce insanı harekete geçiren Şii Ayetullah Ali Sistani’nin fetvası olmuştu. Suriye’de Humus ve Şam’daki çatışmaların erken döneminde rejimin kalesi niteliğindeki bölgeler Sünni olmayanlardı. Örneğin, muhalifler başkentteki havalimanına giden yolu ele geçirmek istediğinde onlara engel olan Dürzü ve Hristiyan milisler olmuştu.

Fakat Trump’ın Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve İsrail’deki müttefikleri Washington’ın meseleyi böyle görmesini istemiyorlar. Onlara göre tüm Şiiler İran’ın yardakçıları. Suudiler’e göre Husilerin Yemen’de fırlattığı her füze Tahran’ın doğrudan emirlerine bağlı. Suudi Arabistan’ı fiilen yöneten Veliaht Prens Muhammed bin Selan’ın kardeşi ve Savunma Bakanı Yardımcısı Halid bin Selman, Suudi petrol istasyonlarına yönelik insansız hava aracı saldırılarının İran “emriyle” yapıldığını iddia etti. “Tahran’ın emirleriyle Husiler tarafından gerçekleştirilen terörist saldırılar siyasi çabaların altını oyuyor” dedi. “Bu milisler İran’ın bölgede yayılma çabalarına hizmet eden maşalardır” diye de ekledi.

Sünni liderlerin bölgedeki Şii topluluklara (bu örnekte Husilere) böyle paranoyakça yaklaşmaları yeni bir şey değil. Bahreyn’de 2011 yılında Şii çoğunluğun protestoları sert müdahalelerle ezilmiş, bu da Suudilerin askeri desteğiyle mümkün olmuştu. İşkence görenler arasında yaralanan eylemcileri hastanelerde tedavi eden Şii doktorlar da vardı. İşkenceye gerekçe edilen “kanıt,” doktorların beynin ya da kalbin (ne olduğunu tam hatırlayamıyorum) fonksiyonlarını izlemek için kullandıkları yüksek teknolojili tıbbi bir cihazdı. Doktorların bu cihazı İran’dan emirler almak için kullandıkları öne sürülmüştü.

Bu tip anlamsız komplo teorileri eskiden Washington’dan pek rağbet görmezdi, fakat Trump ve yardımcıları neredeyse tüm “terörizm” faaliyetlerini İran ile bağdaştırmak konusunda pek hevesliler. Bu tavır ABD ve İran arasında savaş çıkartabilir çünkü Ortadoğu’nun farklı noktalarında yaşayan öfkeli Şiilerden bazılarının kendi hür iradeleriyle bir ABD üssüne saldırmaya karar vermeleri de gayet mümkün. ABD-İran savaşını şevkle bekleyen devletler –Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve İsrail’i düşünebilirsiniz– provokasyon niteliğinde bir eylem tertipleyip, suçu İran’a atmanın çıkarlarına hizmet edeceğini düşünebilirler.

Peki bu savaşla ne kazanılacak? İran’ın askeri işgali ne askeri, ne siyasi açıdan mantıklı ve zafer kazanmak mümkün olmayacak. Hava saldırıları ya da denizden kuşatma mümkün olabilir fakat İran’ın misilleme yapmak için birçok imkânı olacaktır – Hürmüz boğazına mayınlar döşeyebilir, Körfez’in batısındaki Suudi petrol tesislerine füzeler gönderebilir.

ABD, İran’ı “Irak, Suriye ve Lübnan’ın içişlerine vekilleri vasıtasıyla müdahil olmakta” suçluyor. Bu abartılı suçlamaların pek az konuşulan yanı şu ki, doğru olsalar bile geç kalınmıştır demektir. İran bu üç ülkede de kazananların yanında yer alıyor. Eğer savaş çıkarsa, çetin bir mücadele olacak. Bölgedeki tüm Şii halklar kendilerini tehdit altında hissedecekler. ABD açısından bakacak olursak: Savaşın ilk günleri, savaşı çıkaran açısından iyi geçer. Fakat planları bir defa su yüzüne çıktıktan sonra, öngörmekte başarısız oldukları tehditlerin ağına düşer ve mahsur kalırlar.

Çeviren: Fatih Kıyman
Kaynak: Independent