Ronald Radosh Görünüşe bakılırsa yıllar ilerledikçe 1980’lerin Orta Amerika savaşlarına daha da yaklaşıyoruz. 80’lerde Sovyetler Birliği ve Küba ülkeleri, Guatemala ve El Salvador’daki ABD yanlısı rejimlere karşı gerilla hareketlerine silah ve para desteği veriyorlardı. Sandinistalar 1979’da Nikaragua’nın kontrolünü ele geçirdiğinde diktatör Anastasio Somoza ülkeyi terk etmek zorunda kalmıştı. Bu hafta Miami Herald’a konuşan John Bolton […]

ABD yönetimi ve sağcı otoriterler

Ronald Radosh

Görünüşe bakılırsa yıllar ilerledikçe 1980’lerin Orta Amerika savaşlarına daha da yaklaşıyoruz. 80’lerde Sovyetler Birliği ve Küba ülkeleri, Guatemala ve El Salvador’daki ABD yanlısı rejimlere karşı gerilla hareketlerine silah ve para desteği veriyorlardı. Sandinistalar 1979’da Nikaragua’nın kontrolünü ele geçirdiğinde diktatör Anastasio Somoza ülkeyi terk etmek zorunda kalmıştı.

Bu hafta Miami Herald’a konuşan John Bolton “İhanet Üçlüsünün” (Nikaragua, Küba ve Venezuela’dan söz ediyor) “Bölgedeki devasa istikrarsızlıktan, insani dramdan ve Batı yarımkürede alçak komünistlerin yükselişinden” sorumlu olduğunu söyledi. Bu yüzden ABD’nin bu üç rejime karşı doğrudan mücadele yürüttüğünü de ekledi. 1980’lerde olduğu gibi, Nikaragua’da özgür seçimler yapılması gerektiğini söyledi. Ortega ‘Komandante’ sıfatıyla iktidara geldiği dönem, Sandinistalar 1989’da seçimleri kaybedene kadar iktidarda kalmıştı ve sonrasında ancak 2007’de tekrar seçim kazanabilmişti.

Demokrasinin kırıntısını dahi istemiyor

Bolton bu ülkeleri yöneten hainlerin kendilerini ‘güçlü liderler ve devrimciler olarak, vizyonerler olarak’ gördüklerinden söz etti. Onlardan, “aslında acınası, şaklaban tipler… Sosyalizmin yardakçıları, yanlış tanrıya tapan yobazlar” olarak bahsetti. Bolton’un Küba, Nikaragua ve Venezuela hükümetlerini tarif etme şekli tamamen hatalı sayılmaz. Washington Post’un kısa süre önce yayınladığı haberlere göre Ortega’nın ordusu “sivil toplum örgütlerine ve gazetecilere yönelik kapsamlı bir operasyon başlattı, ülkede kalan son demokrasi kırıntılarını dahi yok etmeye koyuldu.” Hükümet sivil toplum kuruluşlarını kapatıyor, varlıklarına el koyuyor ve bazı gazetecileri terör eylemleri planlamakla suçluyor. Muhalif gazete La Prensa’nın başındaki gazeteci Jamie Chamorro, medyaya yönelik baskılarının Sandinistaların en güçlü günlerinden bile kötü olduğunu söyledi – halbuki o sıralar Reagan yönetimi tarafından desteklenen ‘kontralar’ hükümete karşı gerçek bir savaş yürütüyordu. Ortega’nın şimdilerde hem İran, hem Rusya’dan destek gördüğü ve Çin hükümetiyle de çeşitli anlaşmalar yapma çabasında olduğu ise hemen herkesçe kabul ediliyor.

Ancak Bolton, bu ‘solcu’ hükümetlerin proto-totaliter yapılarından dem vursa ve halkların baskı altına alınmasını kınasa da, bu kötü ‘üçlüyü’ alt etmek için sağcı otoriter rejimlerle dostluk kurmanın da tehlikeleri belli. Yönetimin Suudilerle ve prens Muhammed bin Selman ile yaptığı gibi, ittifaklar neticesinde medeni haklar ve insan hakları ihlallerini görmezden gelmesi tehlikesi mevcut. Brezilya’da da muhtemelen bunu göreceğiz.

***

Duterte’yi çağrıştıran Jair Bolsonaro

Ülkenin yeni lideri Jair Bolsonaro 31 Aralık’ta yemin etti ve göreve geldi. ABD başkanı coşkuyla desteğini sundu ve Dışişleri Bakanı Mike Pompeo’yu törene yolladı. Pompeo tören sonrasında verdiği demeçte Bolsonaro’nun “demokrasi, eğitim, refah, güvenlik ve insan haklarına” verdikleri ortak önemi güçlendireceğini söyledi. Kibarca ifade etmek gerekirse burası biraz şaibeli. Bolsonaro güçlü otoriter eğilimlere sahip, aşırı sağcı bir lider. Geçmiş dönemlerin solcu yönetimlerinin seçmen desteğini yitirmesi sayesinde seçimi kolayca kazandı. Tabii bir zamanların popüler lideri Lula de Silva’nın yolsuzluk ve para aklama suçlamalarından 12 yıl hapis cezasına çarptırıldığını da söylemek gerek. Bolsonaro 1940’ların ve 50’lerin Arjantin’indeki Juan Peron’u çağrıştıran bir lider. Günümüz hükümetleri arasında ise Filipinler’deki Rodrigo Duterte’yi çağrıştırıyor.

Brezilya yeni stratejik ortak

Çin’in ekonomik hamlelerini dizginlemek için Brezilya ile stratejik ortalık kurmak meşru bir hedef. Ancak bu, Bolsonaro’nun gerçek ve hayali düşmanlarına yönelik haydutluk politikalarının ABD tarafından destek görmesi gerektiği anlamına gelmiyor. Amerikalı solcu akademisyen Benhamin Fogel’in Independent gazetesinde yazdığı gibi, “Faşizm Brezilya’ya ulaştı” ve Bolsonaro hükümeti “düşündüğünüzden daha kötü olacak.” New York Üniversitesi’nde Latin Amerika tarihi üzerine doktora yapan Fogel, henüz harekete geçme şansı olmayan Bolsonaro’yu faşizmle itham ederek aceleci davranıyor olabilir. Ancak Bolsonaro’nun “demokrasiye alenen düşman olduğunu ve dünyanın seçilmiş liderleri arasında en uç örnek olacağını” öngörmekte haklı olduğu kesin.

Günümüzde Batı yarımküre Sovyetler Birliği istilası tehlikesiyle karşı karşıya değil ancak Brezilya ve Nikaragua gibi ülkelerde otoriter yönetimlerin yarattığı tehlike son derece gerçek. ABD yetkililerinin ya da Trump yönetiminin Jair Bolsonaro gibi liderleri desteklemesine lüzum yok. 1981 yılında Elliott Abrams Amerika kıtası ilişkilerinden sorumlu dışişleri bakanı yardımcısıyken Guatemala’daki Lucaz Garcia hükümetine askeri yardımları kesmesi gerektiğini söylemiş, bu hükümetin ‘faşist ve katil’ sıfatlarıyla tarif edilmesi gerektiğini söylemişti. Şili’deki Salvador Allende hükümeti askeri darbeyle indirilip yerine General Augusto Pincohet’in zalim rejimi geldiğinde ise Abrams Dışişleri Bakanı George Shultz’a şöyle demişti; “Bunu kamuoyu önünde kınamalı, lanetlemeliyiz.” Çünkü Abrams biliyordu ki, eğer Amerikan insan hakları politikası inanılır olacaksa, yalnızca Castro’nun komünist yönetimini değil, ABD destekli hükümetlerin uygulamalarını da kınamalıydı. Başkan Trump; Demokrasi, İnsan Hakları ve İstihdamdan Sorumlu Dışişleri Bakanı Yardımcısı pozisyonuna Robert Destro’yu aday gösterdi. Eğer Senato Destro’nun adaylığını onarsa, Destro görevine Elliott Abrams’tan detaylı bir brifing alarak başlamalı.

Çeviren: Fatih Kıyman
Kaynak: The Daily Beast