Ölümünü öğrendiğim pazartesi sabahı ilkin aklıma o kırmızı elbiseli, siyah rugan ayakkabılı çocuk geldi. Enver abisiyle bıcır bıcır sohbet eden… Onu çok ama çok seven… Enver abisinin kızı Özge’yi de çok ama çok seven… Günlerdir ağlıyor

‘Acıyı andıran bir anı artık: Enver Ercan…’

Eren Aysan

On yaşlarında küçük bir kız çocuğu… Saçları kurdelalı. Kadife kırmızı elbisesini giyince prenses olduğunu sanıyor. Elbisenin eteğinin ucundaki beyaz dantela kirlenmesin diye özen gösteriyor. En sevdiği bebeği ‘Esmeralda’yı yanından ayırmıyor. Büyük beyaz bir masada babası ve arkadaşları oturuyor. Masanın ucuna ilişmiş pos bıyıklı bir abi var. Onu sık sık bebeğiyle konuşturmaya bayılıyor. Oysa memleketin anasını ağlatan malum postal rejiminin son dönemeci. Ya da masadakiler öyle sanıyor. Şiirle birleşmiş umutları var. Haysiyetin en önemli erdem olduğuna inanılan günlerden geliyorlar. Kimi sözcüklerin üzerine bulaşan kir ve pislik o zamanlar yok. Her şeye rağmen sözcükler bile tertemiz.

O zamanlar kız çocuğu Dino Buzzati’nin ‘Tatar Çölü’ romanındaki askerin hikâyesini bilmiyor. Askeri okuldan yeni mezun teğmen Giovanni Drago’nun bir eylül sabahı ilk görev yeri olan ve Kuzey Krallığı’nın sınırında bulunan Bastiani Kalesi’ne gidiş ve uzun yıllar o kalede kalış öyküsünü…

Drago’nun yaşamı, yaklaşık otuz yıl kaldığı kalede eve dönüş yolunda, bir han odasında son bulur. Aslında kaleye dört aylığına gelmiştir. Bir yanda dik kayalıklarla dağların, diğer yanda Kuzey Krallığı’na ait uçsuz bucaksız Tatar Çölü’nün yanı başında otuz yıl boyunca kuzeyden gelen düşmanı bekler. Ama o savaş, Drago ölüm döşeğindeyken başlar. Bu süre içinde yaşanacak olağanüstü bir olay, kaledeki askerler adına yaşama dair can simididir. Bir gün bir silah sesi Bastiani Kalesi’nde yankılanır. Drago, “Bu silah sesi kaledekiler için umudun sesi gibidir. Herkesin birbirinden sakladığı umudun sesidir. Birkaç er dışında hiç kimse, hepsinin yüreğinde yatan o sözcüğü telaffuz edememektedir. Subaylarsa bunu söylemeyi tercih etmektedir; çünkü bu onların umududur” diyerek kaledeki anlamsız hayatı belki de anlamlı kılan tek şeyin umut sözcüğünde saklı olduğunu vurgular.

O gün masanın ucunda oturan pos bıyıklı genç adam ise, muhtemelen İstanbul’da Bizans döneminde yapılan kalenin surlarında dolaşırken yaşama dair tek umudun şiirde saklı olduğunu düşünür. Drago’nun umudu uzun bir bekleyiş ile bütünleşirken, pos bıyıklı genç adamın umudu o çok sevdiği sözcüklerin yan yana gelişindeki sırrı arama çabasıyla, o kutsal bekleyişle bütünleşir. Kavga da şiirde saklıdır. Aşk da… dostluk da…

Biraz yaş alınca bıyıklar gider; tel çerçeveli gözlük yüze yerleşir. Kemal Özer’den sonra devraldığı Varlık Dergisi’ndeki yayın yönetmenliği sırasında Yaşar Nabi ve Kemal Özer’den aldığı mirası geliştirerek yaşatmakla kalmaz, sayısız genç şair ve yazara da kol kanat gerer.

Bu arada kırmızı kadife elbiseli kız genç kız olmuş, genç yaşta öldürülen babasının ardından teselliyi şiirde, romanda aramaktadır. Henüz on yedi yaşında olanca mahcupluğuyla kaleme aldıklarını Şükran Kurdakul’a okumuş, pek sevgili Şükran amcası da Varlık dergisine göndermiştir. İlk yayıncısı da bir zamanlar oyun arkadaşı olmuştur.
Zaman, Enver abisinin dizesindeki gibi geçtiği her yeri öperek geçer. Lanetli zaman, kahredici zaman, acıtıcı zaman. Bizi bizden alan, tek hükümdarımız olan zaman. Umut ve umutsuzluk sarkacında kiminde savrulduğumuz, kiminde dimdik ayakta durduğumuz zaman…

O küçük kız her İstanbul’a gittiğinde Enver abisi ile buluşur. Kiminde Moda’da sahil yolunda, kiminde bir cami avlusunda, kiminde daracık merdivenlerle çıkılan şiir kokulu bürosunda. Ama buluşmalarında öyle çok şiir, roman filan konuşmazlar. İşleri güçleri muzipliktir. O fıkra senin, bu fıkra benim, eğlenip dururlar.

Artık Varlık’a kardeş dergiler de vardır Enver abisinin yaşamında: Yasak Meyve, Eşik Cini. Her zaman yepyeni projeler üzerinde durur. Kültürlerarası Şiir ve Çeviri Akademisi bunlardan biridir mesela. Türkiye Yazarlar Sendikası’ndaki başkanlık döneminde de yeni projeler kazandırma yoluna gitmiştir. Her biri birbirinden zor, bol zaman ve yoğun emekle karşılıksız yapılan bir sürü uğraş. Özveri içinde, bedeli ağır, paradan çok düşman kazandıran işler her biri.

Plenzdorf, Doğu Almanya’da yaşayan bir gencin öyküsünü Goethe’nin ‘Genç Werther’nin Acıları’ üzerinden aktarmaya çalışır. Blues müzik de, blue jeanler de uzak yıldızlar gibidir. Edgar bir anda kendini tuvalette tesadüfen bulduğu romanın baş kahramanı Werther’le özdeşleştirir. Hatta, Werther’in intiharı üzerine, “Çok sinirlenmiştim. Kitaptaki adam, şu Werther sonunda intihar ediyor. Sahip olmak istediği kadını elde edemediği için kafasında bir delik açmış. Bu kadar salak olmasaydı aslında Chariotte’nin ondan bir şeyler yapmasını beklediğini anlardı. Bir kadınla odada yalnız olsam ve yarım saat içinde hiç kimsenin odaya gelmeyeceğini bilsem, her şeyi denerim.”

Bizler de aslında Werther’lerin, Edgar’ların isyan bayrağını aşkla özdeşleştiren ve sözcüklere çılgınca tapan gençlerdik.

Kalbimiz on dokuzuncu yüzyıl başında Weimar’da ya da 2. Dünya Savaşı sonrasında Leipzig’deydi. İstanbul’da ya da Ankara’da olmamız mühim değildi. Edebiyata ve aşka inanıyorduk. Bu kadarı yeterdi. Enver Ercan ise, ilk gençlik çağımızdan itibaren hepimizin yanıbaşında bir arkadaş, öte yandan aşırıya kaçtığımız zamanları törpüleyen bir abi sorumluluğunu üstlenirken sonsuz güvenini de esirgemedi. Kiminde onu üzenler olmadı da değil. Bir kısmına tanığım.

Bir söyleşisinde, “Birkaç gündür Cevat Çapan’ın bir dizesini mırıldanıp duruyorum. Bakın yine aklıma geldi: ‘Bir daha hiç karşılaşamayacağımızı unutmak için.’” diyor. Ben de, “Bir daha hiç karşılaşamayacağımızı unutmak için” yine yazıya sığınıyorum, çaresiz.

Ölümünü öğrendiğim pazartesi sabahı ilkin aklıma o kırmızı elbiseli, siyah rugan ayakkabılı çocuk geldi. Enver abisiyle bıcır bıcır sohbet eden… Onu çok ama çok seven… Enver abi sinin kızı Özge’yi de çok ama çok seven… Günlerdir ağlıyor.