Samuel Beckett, belki demenin umut olduğunu söyler. Jale Sancak, umut serpmeye çalışıyor ‘belki’yle… Adsızlara isim ve birer yaşam öyküsü veriyor

Adaleti çağıran belki

Arzu Eylem

Dünyanın suretini görmek mi yoksa değdiği her şeyi kımıldatmak mı yerinden? İnsana anlamlı bir hayat yaşadığı hissini ne verir? Ya da şöyle soralım. Dünya yalansa, yalanlığı nereden gelir? Yitimli olmasından mı yoksa hakkıyla yaşanamamasından mı? Varlığın var olanla ayrılığı hayatı erteledi, ölümü de. Ölüm ki yaşama her zamankinden daha yakın. Hatta içimizde büyüyor. Çürüyoruz. Dünyaya dokunma isteğimiz yalnızca bir içgüdü. Çaresizlik yani bir tür yokluk bizi ayakta tutan: Eksik olduğumuz hissi.

Hissin hikâyesini yazmak kolay mı peki?

Belki Yarın…

Acının ya da felaketin aynı gün yazılamayacağı söylenir. Yarınlarda yazılacağı... Peki, acının yazıya kaynaklık etmesi nedendir öyleyse? İbret olsun diye mi yazarız yaşananları, geleceğe haber versin diye mi? Malzeme midir acı? Yoksa yazanı ve okuyanı iyileştiren mi? Kimse gerçeği olduğu haliyle alamaz içine. Bu yüzden yazarız en çok da. Aslında yazmayız, yazdırır kendisini olay. Yazının, yazanın vicdanı gereği. Kirlenerek atarız kirimizi.

Acı edebiyata dönüşünce kendisi olmaktan çıksın isteriz. Çıksın! Ki yıkım gerçeküstülüğe, ait olduğu muhite yerleşsin.
Jale Sancak son öykü kitabı ‘Belki Yarın’da acıyı anlatmıyor. Acı çeken insanların hikâyelerini anlatıyor. Kurmaca gerçekliğe değiyor. Atmosfer sisli. Aslında gerçekle sis arasında. Düşle kâbus ortasında. Yıkıma bakamayan tanığın gözünü yumması gibi, inanmak istemeyen bilincin uyuması gibi.

İlk öykü ‘Bataklık Hikâyesi’nde başkişinin lakabı Tabut. Aklımızdan çıkmıyor bu yüzden ölüm. Kitap boyunca yanımızda yürüyecek. Anlatıcı, Tabut’un dili kıvrak arkadaşı gibi söylemek istiyor.

“Lakin öyle bir anlatıcı değilim, öyle yürek hoplatan, soluk soluğa bırakan, inandırıp sonunu merak ettiren.”(s.8)
Sonu belli öykülerde heyecan yoktur. Olağan hayatın rutin ve maalesef döngüsel olaylardır. Sırra kadem basan kişi gerçekliğin ayarıyla oynadığından gönüllü anlatıcının kafası karışık biraz. Sayesinde hem öyküyü okuyoruz hem de anlatının nasıl kurulacağına dair ipucu yakalıyoruz. Kitaptaki son öykü ‘Boşluk Ansızın Çatladı’da geri döner kişiler. Hatta ‘Yaban’ öyküsündeki Mihri de buluşur onlarla, elinde bir kitap taşır. Boşluğa bakar. Boşlukta dünyanın suretini gördüğünü öğreniriz. Bir de ara ara denizden çıkıp salınan yok var kadını... Erkeklerin dünyasını hatırlatırcasına dalıp çıkar. Sırra kadem basan anlatıcı da böyle kaybolmuş. Düş yüzündenmiş gidişi. Onu çağıranı aşk sanmasından... Dolayısıyla aradaki öyküler, gerçeğin ayarıyla oynanmış öykülerin nedenini anlıyoruz. ‘Belki Yarın’da aşk var ama kişilere göre yaşamda kalmanın şartı değil. Bu yüzden yaşamla bağı zayıf kişilerin.

Anlatıyla öyküleme arasında kıyasıya bir mücadele bu. Sancak, çaresizliği yazıyorsa da, edebiyatı tek çare olarak görmediği seziliyor. Son öyküde doğa iyice edilgen ve uzak. Nehirler zehirli, rüzgâr güçsüz… Yazar yazarak adaleti sağlamaya çalışıyor. Derridacı bir tutumla ezilen, ölümü öldürülen, yası tutulamayan, adı sayı ardında kalan, sesi sessiz, isyanı kimsesizlere kulak kesiliyor. Düzeni ayakta tutan, kiri pası yükü taşıyanların hayatına şahitlik ediyoruz.

“Edebiyat yapmak” sözüne eşdeğer, suni, ağdalı anlatım yıkımın dili olamaz. Kapalı bir dil, kesik cümleler, sessizliğe benzeyen bir anlatım var bu yüzden ‘Belki Yarın’da. Öykülerin her birinde yazma anı hissettiriliyor, sık olmasa da üsluba ilişkin bilgi veriliyor. İlk öykü hariç öykülerdeki ses, hayatı yakından tanıyan, olanı biteni yoran yazar sesi sanki. Yanlış olmasın, yazar, anlatıcıyı kalkan gibi önünde tutuyor ama kendisini unutturmuyor demek istedim. Anlatıcı, edebi olanı yalana yaklaştırır, kurmacayı güçlendirir. Yazılanı hakikate yakın tutulurken, aracı ses de yazarınkine yakındır. İkinci öyküde duymaya başlıyoruz bu sesi. “Belki Yarın”da bir türlü anlatılamıyor kadının öyküsü. Rüya denmez, kâbus, diyor adam bir yerde kadına. Oysa kehanettir görülen.

“Sıradan Hayatlar” yazıldığının farkında bir öykü. İçinde pek çok öykü saklıyor. Keşke diyor… Olsaydı, diyor. ‘Zehirli Masal’a benziyor biraz bu yönüyle. ‘Zehirli Masal’da yazar anlatıcı, üç kadının öyküsünü yazgıda buluşturuyor. Yazgı, kader değil: dünyaya düşmüş olmanın olanaksızlığa dönüşmesi, ellerin kolların bağlanması. “Kötü tohumdu Tekgül…” derken lanetlenmişliği imliyor yazar. “Herkes birbirine öteki” iken “değil”lerin yaşamı oluyor hayat. Hayat ölüm oluyor. Kevser utancı soyunuyor hepimiz adına. Alev, dileniyor. Dolunay bile kimseyi kurtaramıyor. Büyülü masallar gerçeklikle zehirleniyor. Düzenin portresi oluveriyor.

‘Karşı Kıyı’ yerinden edilenlerin kayıkla adaya varma çabası. Ölümüne yaşayanların düşlerini ve umutlarını saklıyor içinde. Öykünün en çarpıcı yanı, biri, o, şu, bu gibi zamirlerle kaosa doğması. Sonra tüm zamirler ismini çağırıyor. Yazar, bir düzen kurmaya çalışıyor öykü karakterlerine, hayata karşı umut yaratmaya oysa’lardan. Ama deniz bile düzene karşı. Doğa öfkeli. El uzatmıyor kimseye. ‘Ada’ varılamayan karşı kıyının öyküsü. Birilerinin umudu olan nüfusun hapishanesi. Issız ve rüzgârlı. ‘Geçkaldı Şermin Meyhanesi’ kitabın en güçlü öyküsü. Bilinçakışıyla anlatılan yalnızlıklar öyküsü. Belki de bu yüzden diyalogsuz. Sözler hep zihinde. Tasvirler masalsı. Sevgisizliğin hüküm sürdüğü yaşamların kendince beklentiler edinmesi, elinde olmadan geç kalmanın affedilemez oluşu...

Samuel Beckett, belki demenin umut olduğunu söyler. Jale Sancak, umut serpmeye çalışıyor ‘belki’yle… Adsızlara isim ve birer yaşam öyküsü veriyor. On bir öykü yazgıda buluşuyor.

İyi öyküleri yazmak da adalettendir, Das Kapital çarpmasın diye…