Ağlak merhametiniz sizin olsun!

HANDE ÇİĞDEMOĞLU

Bir kimsenin veya bir başka canlının karşılaştığı kötü durum karşısında duyulan üzüntü, acıma” olarak tanımlanan, pek sevdiğimiz bir kelimedir merhamet. Meziyet olarak addedilir, sevgiye katık edilir, iyiliğe sebep gösterilir. Sorumluluk, vazife, mecburiyet gibi kavramların yerine kolayca geçiverir. Çabucak parlar, taşkın ama kısacık ömrü vardır. Sürdürülebilir olmayan her şey kadar faydası vardır. Olacaklara değil, olana karşıdır nefesi.

Bundan yaklaşık 20 sene evvel, adına 17 Ağustos denilen felaketi yaşayan bir depremzedeyim ben. Çocukken yatağı biri dürtmüşçesine sallandığımızda “Aman, zelzele oldu” denilen, birkaç bismillahtan sonra çabucak unutulan o şey gibi değildi yaşadığımız 45 saniye. O gecenin ve sabahının dehşetini anlatacak değilim. Anlatmak mümkün mü onu da bilmiyorum. O geceden sonra hiçbir şey eskisi gibi olmadı bizler için. Biz kim miyiz? Biz hırs, cehalet ve ihmale kurban edilmiş 20 bin insan… Biz o geceden sağ çıkma şansına sahip, uzuvlarını ve akıllarını yitirmiş olan daha fazlasıyız… Biz ben ve benim gibi bir şey kaybetmemiş gibi görünenleriz…

Afet denildi adına. Doğal afet. İğreti temelli, deniz kumu harçlı, incecik kolonlu binaların kâğıttan kuleler gibi yıkılmasının sebebi işini layıkıyla yapan doğa mıydı? Dere yataklarına, balçıklara inşaat yapan; altındaki dükkânı genişletmek için binanın taşıyıcı kolonlarını kesen, deprem bölgesi olduğu apaçık ortadayken beşer hatta onar katlı binalar için imar izni veren zihniyetlere kızar gibi yapılsa da suç gene doğaya atıldı. Üstelik bölge sahilleri, açık saçık gezen kızlarla, fani bedenlerini alkole verip nefsine zulmeden zındıklarla doluydu. Kullarını kendi yaptıkları mezara tıkarak cezalandıran bir Allah’a inanmak, insan yakasına yapışmaktan daha kolaydı ne de olsa.

Aradan geçen yıllar boyunca dostlar alışverişte görsün gündemlerini, yapılanları, yapılmayanları, vadedilenleri, unutulanları, sömürülenleri ve tekrar tekrar yaşanan acıları hepimiz biliyoruz. Ben, bir depremzede olarak bunu yaşamamış olanların bilmediği şeyleri anlatmak istiyorum. Topyekûn bir başkaldırı yerine topyekûn bir merhamete maruz kalmanın buruk tadından bahsetmek…

FACİAYA KATIK OLMAK

Hikâyelere konu olmayacak kadar gerçek bir trajedinin ortasında, daha önce hiç yaşamadığınız bir korku ve dehşet içinde, tozlu ölüm kokusunu içinize çekerken neredeyse umursamazlık kadar çok canınızı acıtır bağır çağır bir merhamet. Hiç hatanız yoktur bu işte ama kimileri kader, facia ya da mucize kelimelerinin ortasına katık eder sizi. Öyle lezzetlisinizdir ki yenir de yenirsiniz. Vicdanlar birkaç yardım kolisi, belki kısa mesajla gönderilen sigara parası, belki de dökülen gözyaşları ile doyana kadar. Evet, yardıma ihtiyacınız vardır. Eviniz yıkılmış ya da içine girilmeyecek kadar hasarlıdır. Uzun sürecek bir çadırkent yaşamında yumuşak bir battaniye, bir bot ya da bazen temiz bir şişe su bile altın değerindedir. Yardım eli uzatan herkese minnettarsınızdır, bu kenetlenme gözlerinizi yaşartır. Ama yardımın eli çolaktır. Tutmaz, kavramaz insanı. Boynu bükük bırakır. Oysa gerçek yardım sorumluluk içerir. Yurttaş, kardeş, insan sorumluluğu.

Bugün, İzmir depreminin kederini yaşadığımız şu günlerde, hala korkuyla ve acıyla gözlerini kapayan insanların, enkaz altından kurtarılan bebelerin fotoğraflarının, sevgiliye yazılan mektupların, hayatını yitirenlerin buruk hikâyelerinin paylaşılmasına ihtiyacı yok. Evet, paylaşacağınız maddi manevi yardımlar çok makbule geçecek. Ama aynı acıları bir kez daha yaşayana kadar duyulan ağlak bir merhamet değil istenen. Eğer gerçekten üzülüyorsanız, artık hesap sorma zamanı! Deprem vergilerinin nereye gittiğinin, denetlenmeyen ya da denetim firmalarına peşkeş çekilen binaların, toplu mezarlara dönüştürülen şehir planlarının, yok edilen doğanın, alınmayan önlemlerin, rantların, imar planlarının, ihalelerin, belediyelerin, hükümetin sorgulanması gerek. Tıpkı bir enkazı kaldırırken, bir depremzedeye çadır kurar, bir yardım kolisini elden ele taşır gibi birlikte kenetlenerek hesap sormak gerek.

Yalova’da, Gölcük’te, Elazığ’da, İzmir’de; hayatları kaybettirilen insanların, yakınlarının acısıyla her gün tekrar ölenlerin, evsiz barksız işsiz elsiz ayaksız kalan insanların sorumluluğunu sırtımıza alma zamanı şimdi. Mucizeler, dokunaklı fotoğraflar, acıklı hikâyeler bir tarafta dursun, onların acıyı kanırtmaktan başka bir şeye faydası yok. Merhamet iyidir ama öfke hayat kurtarır. “Unutursak kalbimiz kurusun” demek değil, unutmamak maharet. Bir düzen insan canının üstüne inşa edildiyse o düzeni yıkmak gerek. Nasıl mı? Bunu düşünmenin, işe siyaseti karıştırmanın tam zamanı şimdi.