Diyalog önemlidir ve akademi ruhunun özünü oluşturur. Akademiler diyalogdan koptukları zaman akademi olmaktan çıkarlar

Akademi kültürü

AFŞAR TİMUÇİN

Platon’un Akademia’sından beri yani M.Ö. IV. yüzyıldan beri “Akademi” yüksek düzeyde düşünmenin ve yaratıcı eylemin simgesi oldu. Gerçek eylem düşüncenin gerektirdiği eylemdir. Yetkin “okul” bilinci Akademia’yla başlar. “Okul” bize öncelikle Platon’un Akademia’sını ve öğrencisi Aristoteles’in Lykeion’unu düşündürür. Platon’un önemi daha çok öğretmeni Sokrates’den esinlenerek oluşturduğu “diyalog” yönteminden gelir. Daha önceki okullar ve kişiler görüş bildirmekle yetinirlerdi. Platon her şeyi sağlam bir temele bağlayan İdea’lar öğretisine karşın gerçek bilgi değişik görüşlerin çatışmasından doğar diye düşünüyordu. Platon felsefesi de Aristoteles felsefesi de zamanın koşulları içinde yaşam gerçeğine geniş bakan felsefelerdir. Araştırmaya dayalı düşünce daha sonraki zamanların ürünüdür. Araştıran düşünce kökleri daha eskilerde olsa da ilk olarak Descartes’da ortaya çıktı. O zaman düşünce olan’ın alanından olası’nın alanına doğru genişledi, olan’la olası olan’ı bir bütünde bir araya getirdi. Artık yalnız gözlemleyebildiklerimiz değil göremediklerimiz de düşüncenin konusu oluyordu. Görünmezi görünür ve olmazı olur etmekti bu. Araştırmacı düşünceye ulaşmak için XVII. yüzyıla kadar beklemek gerekmişti. Bilimin ve felsefenin aydınlık çağı bu yönelimle başlar.

Diyalog önemlidir ve akademi ruhunun özünü oluşturur. Akademiler diyalogdan koptukları zaman akademi olmaktan çıkarlar. Diyalogun olduğu yerde söylemek’den çok dinlemek önemlidir. Düşüncenin karmaşık ve bileşimsel yapısı başkalarının varlığını gerektirir. Diyalogda ben başkası’yla önem kazanırım. Başkasının olmadığı yerde benim düşünsel yoksunluğum ya da çaresizliğim başlar. Yalnızca karşımızdakiyle değil geçmişte kalmış birileriyle de diyaloga gireriz. Geçmişle diyalog kısıtlı olsa da bir başka ortamın bilgisini getiriyor olmakla önemlidir. Kısıtlıdır çünkü sorularımıza ancak olan bilgiler çerçevesinde yanıt alabiliriz. Ölülerle konuşmak zordur. O koşullarda canlı tartışma olası değildir: söylenilmiş olanlarla yetinmek zorundayızdır. Yüzyüze diyalog gibisi var mı? Gerçek anlamda diyalog bir egemenlik sorunu ortaya koymaz: Sokrates savunmasının bir yerinde kimsenin efendisi olmak istemediğini ama genç ya da yaşlı birileri kendisiyle konuşmak istediği zaman bundan kaçınmadığını söyler. Diyalogun temelindeki ruhsallık öğretmeyle değil birlikte öğrenmeyle ilgilidir.

“Akademi” kavramı bir zaman sonra “üniversite” kavramında eridi. Ortaçağ’ın büyük başarısı eğitimi yaygınlaştırmasındadır, sayısı hızla artan piskoposluk okullarından ve manastır okullarından gün gelip ilk üniversiteleri kurmuş olmasındadır. Aydınlanmanın ışıkları çok daha önce görünmüştür. Birinci Rönesans IX. yüzyılın başlarında Büyük Karl’ın (Carolus Magnus) ya da Karl I’in öncülük ettiği Karolenjler Rönesansı’dır. İkinci Rönesans Skolastik Rönesansı’dır ve XIII. yüzyılda başlamıştır. Bugünün bazı büyük üniversiteleri o dönemde kuruldu. 1215’de Paris Üniversitesi, 1233’de Toulouse Üniversitesi, 1248’de Salamanca Üniversitesi, 1258’de Oxford Üniversitesi, 1289’da Montpellier Üniversitesi, 1425’de Louvain Üniversitesi kuruldu. Bu gelişmede büyük katkı Aristoteles’in yapıtlarından gelir. XIII. yüzyıla kadar düşünce çevreleri Aristoteles’in yalnızca mantık’ını tanıyordu. Aristoteles’in öbür yapıtları latinceye çevrilince bir şeyler değişti. Aydınlar Haçlı Seferleri sırasında Aristoteles’le ve başka kaynaklarla karşılaşmanın heyecanını yaşamışlardı. Papanın Aristoteles pagandır onun yapıtlarını okutmayın diyen genelgesine zamanın rektörleri yanıt vermek gereği bile duymadılar. Ortaçağ’ın sonlarında üniversiteler üst düzeyde bilgi ve eylem üreten kurumlar durumuna geldiler. Yeniçağ’la birlikte ya da Üçüncü Rönesans’la yani asıl Rönesans’la birlikte ortaya çıkan aydınlık dönüşümlerde ilk üniversitelerin attığı temeller belirleyici olmuştur. Üniversiteler güçlerini öncelikle bütünsel bir yapıya, bir dizgeci bakış açısına ulaşmış olmalarından alıyorlardı. Bu kurumlar uzun yüzyıllar boyu geliştirdikleri geleneksel yapılarıyla anılırlar ve öne çıkarlar. Üniversitelerde araştırma yapanlar, eğitilme yükümlülüklerini ve eğitme görevlerini sürdürenler oradan buradan derlenmiş, gelişigüzel koşullarda bir araya getirilmiş kimseler değillerdir. Bunu bir tarikat toplaşması gibi algılamamalıyız, bu kurumlar özellikli olmakla birlikte kapalı bir yapı oluşturmazlar.

Çünkü bu üniversiteler deyim yerindeyse hem içi hem dışı olan eğitim kurumlarıdır. İçi olmak kendinde kendi varlık koşullarını oluşturmaktır, dışı olmak üretilen bilginin ve ulaşılan deneyimlerin topluma ulaştırılmasıyla ilgilidir. Toplumda düşünen insanlarla bütünleşmek, toplumun gelişimine böylece öncülük etmek önemlidir. Üniversite yalnız üyelerinin değil toplumun tüm kesimlerinin eğitiminden sorumludur. Gene de daha baştan beri birçok bilim ve felsefe adamı tam özgür olabilmek için üniversite dışında kalmayı yeğlemiştir. Çünkü üniversiteler kendi geleneksel yapılarını oluştururken zamanla düşüncede katılaşma eğilimi gösterdiler. Gene de büyük üniversiteler bu anlamda çok belirleyici olmadılar. XVIII. yüzyılda Sanayi Devrimi’nin acımasız koşulları içinde bu kurumlar giderek kurulu düzenlerin boyunduruğu altına girdiler ve yürürlükteki değerler karşısında tartışmacı olma özelliklerini yitirdiler. O zaman diyalog belirleyici olmaktan çıktı. Bir önceki yüzyılın filozofları Descartes, Locke, Spinoza, Leibniz düşüncelerini üniversite dışında oluşturdular. XVIII. yüzyılın Aydınlanmacıları üniversiteyle ilgisi olmayan kimselerdi. Buna karşılık Kant gerçek bir akademisyendi. Daha sonra Hegel de her şeyden önce ağırlıklı bir “akademisyen” olarak tanındı ve zamandaşlarınca “profesör” diye eleştirildi. Kültürün kurulu düzenlere sıkı sıkıya bağımlı duruma gelmesi XX. yüzyılın başlarında olmuştur.

Geçen zaman düşünce insanlarının üniversite dışında kalma istemini söndürdü, dışarının koşullarını ağırlaştırırken insanların özerk bireyler olarak üniversite dışında çalışma olanaklarını neredeyse hiçe indirdi. Sermayenin bilime ve felsefeye ağırlığını koyması ve bilimi teknolojinin istemine bağlarken felsefeyi tam anlamında denetim altına alması üniversite yaşamını iyice verimsizleştirdi. “Bilim adamı” kavramının yerine bundan böyle “öğretim üyesi” kavramı geçecektir. Bundan böyle bilimden ve felsefeden birinci derecede sorumlu olmak isteyenlere kurulu düzenler üniversite içinde çok uygun koşullar sağlayabiliyordu. Düşünce insanının aydınlanma yolunda giriştiği büyük savaşım dönemleri bitmiş, yürürlükte olan değerlerin gölgesinde tatlı yaşam dönemleri başlamıştı. Dünya nüfusunun hızla artması, her yerde yeni yeni üniversitelerin açılması akademik yaşamı sıradanlaştırdı. Artık bilim ve felsefe dünyayı zorlamıyor ve kurulu düzen insanlarını korkutmuyordu. Evcilleşmiş düşünce devletlerin sıcak kanatları altında bir bakıma en güzel en tatlı günlerini yaşıyordu. Üniversitelerin kültür düzeyinde görünür ağırlıkları gerçekte dıştan kolay kolay görülemeyen bir kalıplanmışlığın aldatıcı yansısıydı. Üniversitelerin yeni üyeleri siyasal güç karşısında ağırlıklı olamayacaklardı. Az önce söylediğimiz gibi özellikle XX. yüzyılın başlarından sonra kurlu düzenler kültür yaşamını kesin bir biçimde denetim altına aldılar. Kültürün yeni temsilcileri genelde evrensel bilincin gerektirdiği güçlü aydın olma özelliklerinden epeyce uzaktılar.

Bugünün bilim ve felsefe dünyasında görülen verimsizlik üniversitelerin içinde de dışında da sağlam kültür kaynaklarının olmayışındandır. Kültürün her alanında kendini gösteren yetersizlikler diyalogun hemen tümüyle ortadan kalkmış olmasıyla belirginleşiyor. Bugünün az çok okumuş insanı kendini başkalarından sormayı başkalarından öğrenmeyi düşünmüyor, çünkü yazık ki o her şeyi en küçük ayrıntısına kadar biliyor. Uğrunda savaşmayı ve gerekirse ölmeyi gerektirecek üst düzey sorunları yok onun. Toplumun değişik katlarında bilinç yetersizlikleri en kaba biçimde ölmeyi ve öldürmeyi her gün biraz daha geçerli kılıyor. Bugünün insanı tıpkı o çok eski zamanların insanı gibi çok basit nedenlerle çok kolay ölebiliyor ve çok kolay öldürebiliyor. Ölürken de öldürürken de en değerli şeyi yani yaşamı bir hiç uğruna gözden çıkardığını düşünemiyor. Yalnız üniversitelerin değil hemen bütün toplumsal kurumların kendilerini yeniden biçimlendirmeleri büyük bir gereksinim olarak karşımıza çıkıyor. Ancak bu şimdilik bir düş bile değil. Bunun için insana sermayeci bilinçten daha doğru bakacak, ona daha saygılı olacak ve daha çok sahip çıkacak yeni bir ortak bilince gereksinimimiz var.

Devrimler ve karşıdevrimler kardeştir, onlar her zaman bir gerçekliğin iki ayrı yüzü olmuştur. İnsan hiç durmadı: bir yandan kendini tüketti öte yandan kendini yeniden yaratmaya çalıştı. İnsanın kendini yeniden yaratma çabalarında üniversitelerin yeri önemli oldu. Üniversiteler yenilenmeyi başarabildikleri ölçüde bilgiyi üst düzeyde yaratmanın güzelliklerini yaşıyorlar. Zamanın koşullarına yenilmekle gelecekten yana olmak arasındaki ayrımı görebilmeliyiz, yarının güçlü insanı için çalışmanın anlamını sezebilmeliyiz. Yüce değerlerle kaba iktisadi değerlerin savaşımı diyebiliriz buna. Yoğun bir bilinçliliği gerektiren ahlak değerlerinin ve estetik değerlerin karşısına her zaman gündelik çıkarların ve küçük yararların konduğu bir dünyada, hem eşsiz güzelliklerin hem basitliklerin ve bayağılıkların dünyasında yaşıyoruz. Bilginin gerçek yaratıcıları da bilgiyi çıkar için kullananlar da aynı ortamları paylaşıyorlar. Onları birbirlerinden ayırmak kolay değil. İki karşıt gücün bu ayrışmaz bütünlüğü aklımızı karıştırmasın. İnsanlığın tarihi hem duyarsızlıkların hem de yaratıcı usun tarihidir. İnsana emek verenlerle insana adanmış oyunu oynayanlar hep aynı karelerde görünecekler. Bize düşen bizi bizden koparacak kolaycılıkların tutsağı olmamaktır. Eleştiri ve özeleştiri ahlakı bu yüzden çok önemlidir. Başkalarıyla yaptığımız diyaloglar kadar kendimizle yaptığımız diyaloglar çok önemlidir. Yanlış seçimlerimiz bizi çıkmaz yollara götürebilir. Yağmurdan kaçarken doluya tutulabilir, dumandan kaçarken ateşe düşebiliriz. Üniversiteler gerçek anlamda üniversite olabildikleri ölçüde bizim kutsal yuvalarımız oldular ve olacaklar. Gerçek anlamda üniversite olmak önemlidir. Bilgiyi gündelik çıkarlar için kullanan derme çatma bilgi kurumlarına alınlarında “üniversite” yazıyor olsa da iyi gözle bakamıyoruz. Ünlerin unvanların değil insan için gösterilen çabaların, insana adanmışlıkların öne çıktığı koşullarda üniversiteler vazgeçilmezlik özelliklerini sürdürecekler. Yoksa her şeyin benzeri yapılabilir ve bir şeyin kopyası gerçeğinden daha güzel görünebilir.