Panzerleriyle yok etmeye çalıştıkları gelenek, Mahir’lerin, Cemal Süreya’ların, Arkadaş Zekai Özger’lerin okulunda bir ağacın köklerinde yeniden hayat buluyor bugün

Akademinin hürriyet kavgası

Aysun Gezen

Türkiye akademisinde bugün yaşanan büyük tasfiye süreci, rektörlerin bu tasfiye sürecinde oynadıkları rol; mezhepçi, faşist bir rejimi inşa eden ve süreklileştirmek üzere adım adım “projeleştiren” AKP iktidarıyla kurulan ilişki, Nazi dönemi imgesini çağırmaktadır. Kuşkusuz birçoğumuzun aklına “derhal” Martin Heidegger düşer. Heidegger 1933-1945 yılları arasında 321589, Gau Baden kayıt numarası ile Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi’ne (NSDAP) aidat ödeyen bir partilidir; Nisan 1933-Nisan 1934 tarihleri arasında Freiburg Üniversitesi rektörlüğü yapmıştır; Führerprinzip’in üniversitelerde uygulanması için girişimlerde bulunmuş, seçimin kaldırılması ve atamanın gelmesi gerektiğini savunmuş ve nitekim 1 Ekim 1933’te Nazi Eğitim Bakanı tarafından resmen atanmış ve Führer-rektör olarak görev yapmıştır. Öğrencilere mali destek/burs sağlanması için yapılan başvurularda “Aryan” olma kriterinin uygulanmasından, profesörlük başvurularından seçim yaparken Nazi ideolojisi taşıyıcılığını kriter olarak gözetmeye, meslektaşlarının ve öğrencilerin hakkında Nazilere istihbarat sağlamaya, meslektaşlarının üniversitelerden atılmasına varana dek birçok faaliyet içerisinde bulunmuştur. Nasyonal Sosyalist rejimi savunmuş, Alman gençliğini fedakârlığa, cesarete ve sadakata çağıracak konuşmalar yapmış ve kendi sadakatini de “Heil Hitler” selamıyla sunmuştur.

Bir düşün insanı olarak Heidegger’in felsefesi ile siyasal angajmanı arasındaki ilişki konusunda çeşitli tartışmalar vardır, fakat buranın konusu değildir. Heidegger’in rektörlüğü meselesi ve bugün yaşadıklarımızı anlamak, anlamlandırmak ve bunlara bir isim vermek konusunda sıklıkla Nazi rejimine başvuruyor oluşumuz aslında eğitimin ideolojik aygıt olarak kurgulanması ve araçsallaştırılması ile ilgilidir bir yanıyla. O dönem Alman üniversitelerine biçilen rol bilimlerin siyasallaştırılması ve Nazi ideolojisi doğrultusunda gençlerin yetiştirilmesi ve feda kültünün aşılanmasıdır.

Bugün geldiğimiz noktada bu örnekleri önemli kılan şeyler, Ankara Üniversitesi rektörü Erkan İbiş’in AKP siyaset akademisinde ders vermesi, üstelik dünyanın her yerinde terk edilmeye başlanan, konumladığı alan ve oradaki her tür canlılık/yaşam açısından ölümcül olan nükleer enerji lehine bunu yapmasıdır; Türkiye akademi tarihindeki en büyük (şimdilik) tasfiyede oynadığı roldür. Üniversitelerin polise teslim edilmesinin, cihatçı ve faşist olarak nitelenebilecek çetelerin palazlandırılmasına göz yummasıdır. Özgür bilimi ve kurum özerkliğini hiçe sayarak, kuruma özgü evrensel değerleri ve bilim insanlarını korumak yerine onları AKP’ye ihbar ederek bilimin siyasallaşmasında, araçsallaşmasında ve piyasalaşmasında kendisine biçtiği misyondur. Erkan İbiş sadece Ankara Üniversitesi’nin sorunu değildir. Bugün Türkiye üniversiteleri İbiş’ler tarafından, Wilhelm Reich’ın deyişiyle söyleyecek olursak "küçük adamlar" tarafından yönetilmektedir. AKP’nin getirmek istediği “anayasa” ve başkanlık rejimi nasıl olacaksa üniversiteler halihazırda böyle yönetilmektedir. Erkan İbiş, bir Führer-rektör figürüdür ve Marmara, Yıldız Teknik, Ege dahil birçok üniversitede yönetimdedir.

Akademinin bugün maruz kaldığı saldırı salt “imza” sorununa indirgenerek ele alınamaz. İmza metninden çok önce saldırılar başlamış, tasfiye hazırlığı yapılmıştır. Barış talebinin dile getirildiği bu imza metni hızlandırıcı bir faktör olmuş, Erdoğan’ın yarattığı “kriz” ve saldırıyla birlikte tasfiye süreci frenlerinden boşalmıştır. Bir entelektüelin toplumsal sorunlardaki sorumluluğu, iktidar karşısında her zaman mesafeli ve eleştirel olma, emeğini otoritenin değil toplumun hizmetine sunma konumu yok edilmek istenmekte; dalkavukların, nabza göre şerbet verenlerin, otorite karşısında (ellerini ovuşturarak) el pençe divan duranların akademisi yaratılmak istenmektedir. Kuşkusuz bu projeye akademi denemez artık.

Üniversitelere yönelen bu saldırıları, eğitime yönelik müfredat değişiklikleriyle birlikte düşünmek gerekir. Felsefe dersinin yok edilmek istendiği, eleştirel düşüncenin değil dogmaların hâkim kılınmak istendiği “yeni” müfredat, dindar-kindar-itaatkar nesiller yetiştirme amacına uygun dizayn edilmiştir. İlerici, aydın bilim insanlarının, öğretmenlerin tasfiyesi; kampüslere yönelik polis saldırıları, İbişlerin elindeki KHK sopası, bu birikime sahip çıkan, nitelikli, bilimsel, laik, kamusal bir eğitim talep eden öğretim üyelerini ve öğrencileri hedef haline getirmektedir. Çok değil bundan birkaç sene sonra bu müfredatın tornasından geçmiş nesiller üniversite öğrenimine başlayacak; AKP, cihatçı, faşist çeteleri dışarıdan üniversitelere zerk etmeye gerek olmaksızın biat eden nesiller ve biat kültürünü sürekli yeniden üreten uygulayıcılar yaratmış olacaktır.

Son çıkan 686 sayılı KHK ile 72 ve toplamda 92 öğretim üyesi atılan Ankara Üniversitesi’yle birlikte Marmara, Yıldız Teknik, Kocaeli, Ege gibi birçok üniversitede birçok kürsü kapanırken, sayısız tez hocasız kalırken, sayısız öğrenci nitelikli, bilimsel, laik bir eğitimden mahrum bırakılırken, bir o kadar öğrenci de gelecekte bu eğitimden yoksun kılınmıştır. Üstelik bilim insanlarının yetişmesinde kullanılan her türlü kamusal kaynak da israf edilmiş durumdadır. Akademinin bir tabeladan ibaret olacak şekilde içi boşaltılmıştır.

Bu proje karşısında, bilimin siyasallaşması ve araçsallaştırılması karşısında üniversiteler AKP'nin saldırılarının cisimleştiği mekânlar olmanın yanı sıra güçlü direniş mekânlarıdır. 1 Eylül’de başlayan toplu kıyım sürecinin ardından kısık sesle de olsa dile gelen tepkiler bugün bütün üniversitelerde bir isyan dalgasına dönüşmeye başlamıştır.

Artık bu kavga istibdata karşı akademinin hürriyet kavgasıdır.

Ondandır Cebeci Kampüsü'ndeki büyük buluşma çağrısına böyle acımasızca ve hoyratça saldırmaları. Ustaları Le Bon’dan öğrenmişlerdir fikirlerin gücünü, aslında bu gücü çok iyi bilirler ve fakat baş etmek için ellerinde yeterince aygıtları yoktur – zordan gayrı. Bundandır bu denli korkmaları. Tam da Brecht’in dediği gibi bu korku onların aşil topuğudur. Bilimsel özgürlüğe, akademinin kurumsal özerkliğine sahip çıkmak, savunmak, bulunduğumuz her yeri akademi, bulunduğumuz her alanı bir direniş alanı kılmak bugün acil bir zorunluluktur. Bugün Türkiye’nin çeşitli üniversitelerinde bir hayalet dolaşıyor. Yeri geliyor polis saldırılarına karşı barikattaki Korkut Boratav oluyor; yeri geliyor polisin gözlerine korkusuzca bakarak üniversitenin asıl bileşenlerinin, asli unsurlarının kimler olduğunu hatırlatan kadın imgesine dönüşüyor. Beyazıt Meydanı'ndan, Kocaeli’nden, Cebeci Kampüsü'nden, Dil Tarih’ten yükselen “Hayır Gitmiyoruz” direncinde görünür oluyor.

Panzerleriyle yok etmeye çalıştıkları gelenek, Mahir’lerin, Cemal Süreya’ların, Arkadaş Zekai Özger’lerin okulunda bir ağacın köklerinde yeniden hayat buluyor bugün. Yeşerecek, büyüyecek ve postallarıyla çiğnedikleri cüppelerimizi onurla sırtımızda taşıyıp, gelecek olacağız.