‘Kürt açılımı’, insan/vatandaş kavramına ulaşamamış Aydınlanma öncesi dincilerin, Yeni Dünya Düzeni’nin kimlikler politikasıyla...

‘Kürt açılımı’, insan/vatandaş kavramına ulaşamamış Aydınlanma öncesi dincilerin, Yeni Dünya Düzeni’nin kimlikler politikasıyla eklemlendikleri nokta; bir iki işportacı numarası, bir iki de cambazhane atraksiyonuyla yürütürüz zannettiler; tabiî olmadı.

‘Ulusal birlik ve kardeşlik projesi’ ise, daha adından belli, kerameti Amerika’dan menkûl Con Ahmet’lerin pamuk helvası.

Bunların hiç biri ülkeye huzur getirmeye yönelik değil; sadece ve sadece neo-liberal bir diktatörlüğü kurma yolunda manevralar.

Terörle mücadele adı altında esas yapılan, silahla ve şiddet kullanımıyla hiçbir ilişkisi bulunmayan başta siyasetçiler olmak üzere binlerce sivilin kitleler hâlinde tutuklanıp yargılanmaları olmuştur. Buna karşılık, silahlı ve/veya silahlara hükmedebildiğine inanılan unsurlarla temas ve müzakere yoluna gidilmiş, onların muhatap alındığı izlenimi yaratılmıştır: Güya, PKK’ya silah bıraktırtılacaktır. Bu noktada, zincirleme bir beyinsizlik/cehalet/ihanet dizisiyle karşı karşıyayızdır:

-Hiçbir bireysel ya da kolektif özne, kendisini ka’le/muhatap alınır, sesi duyulur, sözü dinlenir, kısacası güçlü kılan bir araçtan kendi rızasıyla vaz geçmez;

- Sivilleri ezip sustururken, silahlıları muhatap almak, muhatap alınmak için silahlanmayı, şiddete baş vurmayı, bu kabiliyette olduğunu göstermeyi kural hâline getirir;

-Hiçbir örgüt tek bir gerçek kişiden ibaret olmadığına, hiçbir topluluk, sınıf veya grup da zaten tek bir örgüte indirgenemeyeceğine göre, PKK veya PKK adına birileri silah bırakmayı kabûl etse bile, başka birilerinin de, ya örgütün devlet karşısındaki pazarlık gücünü arttırmak ya da kendilerinin örgüt içindeki konumunu yükseltmek, olmadı, mevcut örgüt dışında/karşısında yeni bir güç odağı oluşturmak üzere silaha ve şiddete her zamankinden de daha fazla yönelmesi kaçınılmazdır;

-Sivil siyaset engellenip cezalandırılırken, silahlı unsurların –velev ki, kendilerini silahsızlandırmak amacıyla-   ka’le/muhatap alınmaları ölçüsünde, silahlılardan ve onların irade ve politikalarından bağımsız siyaset odaklarının oluşup güçlenmeleri de, yani bir yandan BDP’nin PKK’dan tümüyle bağımsızlaşması, bunun yanısıra Kürt siyasetinin de çoğullaşması  fiilen imkansız hâle getirilmiş olmaktadır;

-Daha derinlere ilişkin bir tespit olarak, bir devletin muhatabının yine ancak başka bir devlet olabileceğini dikkate alırsak, herhangi bir örgüt veya kişiyle devlet adına müzakere ve pazarlıkta bulunulması, böyle bir izlenim verilmesi  -isterse bu, kitleleri kandırmak/oyalamak üzere tezgahlanan bir numara olsun-, muhatap alınan her kim ise, işte onun da fiilen bir devlet statüsüne yükseltilmiş olması anlamına gelir; ki, bu aynı zamanda, devletin söz konusu muhatap ve onun temsil ettiği varsayılan kitle üzerindeki hükümranlık hakkından  -zımnen de olsa-  şu ya da bu ölçüde vaz  geçmesi de demek olup, PKK’nın ‘ateş kes’leri karşılığında devletin de operasyonlara ara vermesi taleplerinin meşrûluk temeli de işte tam tamına budur.

Bütün bu hususlar dikkate alındığında, bugün gelinen noktanın baş, hatta tek sorumlusu AKP, daha doğrusu, Erdoğan’dır. Yüzde 10 barajı, hazine yardımından mahrum etme, birleşik oy pusulası tuzağı, bağımsız adaylık harcının bir ağızda 17 kat arttırılması gibi melanetler yetmeyince, iş artık şekavete vurulmuş, milletvekili adını en fazla hak eden insanlar tümüyle stalinvari yöntemlerle Meclis’e girmekten alıkonmuş, ayrıca birinin milletvekilliği de resmen çalınmıştır. Burada söz konusu olan parlemanter sisteme karşı gerçekleştirilmiş bir parti darbesidir ve de şu andaki hükümet bir darbe hükümetidir: Meseleyi, “sözün bittiği yer” olarak kabûl ettirmek istediği noktaya getiren, doğrudan doğruya Erdoğan’ın kendisidir; zira, Meclis’in spesifik adı olarak Parlamento, Fransızca ‘parler’, İtalyanca ‘parlare’, yani ‘konuşmak’ mastarlarından türetilmiş bir kelime olarak, tam tamına konuşma mekanı, ‘Konuştay’ anlamına gelir ve silaha eli değmemiş, şiddete baş vurmamış yasal bir partiyi ve onun seçmenlerinden de daha geniş bir vatandaş kitlesini terorist ilân edip, onların seçtiği insanların ‘Konuştay’daki yerlerini almalarını, yani ‘konuşmak’ı, ‘söz’ü silah zoruyla engelleyen kendisinden başka kimse değildir.

Burada hedeflenen, ‘Blok’un adaylarına oy vermiş olan kitlelere, siz ne yaparsanız yapın, bana biat etmedikçe, AKP’nin etekleri altına sığınmadıkça size kesinlikle siyasete katılma izni, değil söz hayat hakkı bile yok mesajını vermektir. İşte tam burada ortaya çıkan da şudur: Erdoğan’ın ülkeye huzur getirmek gibi bir amacı olmadığı gibi, ‘terörle mücadele’ de kendi iktidarını berkitmenin bir aracından başka bir şey değildir.

Işık Koşaner kayıtlarının tam da bugünlerde internete düşürülmesi de, kurulmakta olan neo-liberal diktatörlüğün zorunlu militarizmini meşrûlaştırmaya yönelik bir manevradır: Kürt sorunu, aslında adam öldürmeyle çözülecek bir sorundur; bugüne kadar bu yolla çözülemediyse, yolun yanlışlığından değil, araçtaki kusurlardan, yani TSK’nın  -en yetkili ağızdan da itiraf edilen-  zafiyetlerindendir. AKP, bu manevrayla, bir taşla bir çok kuş vurmanın peşindedir: Askerler itibarsızlaştırılırken, askerî çözüm meşrûlaştırılmış, bu arada barıştan yana her türlü girişim de, terör yandaşlığı olarak yaftalanıp en ağır cezalara hedef hâline getirilmiş olacaktır; ki, böyle bir süreçte AKP, bir yandan MHP tabanını büyük ölçüde, CHP tabanından da bazı unsurları kendi etrafında toplarken, Kürt illerinde de yegane siyasal güç hâline gelecektir.

Bütün bunlar, tabiî ki, AKP’nin kendi hesapları; gerçekte ise, bu AKP ve Erdoğan’la hepimizi çok kötü günler bekliyor.

Bu noktada yapılacak ilk şey, AKP’nin ‘yeni/sivil anayasa’ parodisini bozmak; zira, bu oyun, tam tamına, televole/magazin programlarının “az sonra”sından başka bir şey değil ve sıra ‘az sonra’ya gelene kadar iş işten iyice geçmiş olacak. İşte, bunun için de, yeni bir anayasayı gerektirmeyen, bugünküsü çerçevesinde yapılabilecek olanlara önceliği verip, bu noktalarda iyice bastırmak: Her şeyden önce seçim ve hazine yardımı barajlarının –indirilmesi değil-  tümüyle kaldırılması; ön seçim ve diğer anti-sulta önlemlerin siyasî partiler için zorunlu hâle getirilmesi; terörle mücadele kanununun tümüyle kaldırılması, hiç değilse  -suçu, somut fiilden koparıp, niyet, zihniyet bir yana en basit bilimsel tespitleri bile cezalandırılabilir kılan-  faşist maddelerinden arındırılması vb…

Demokrasi, anayasayla kurulmaz; bu, zaten bir veri; ama, hem demokrasi deyip, hem de yukarıda bir kaçını sıraladığımız düzenlemelere bile razı olmayan birileri varsa, ortada artık siyasî değil doğrudan doğruya ahlakî bir sorun var demektir.