AKP’nin laikliğinin başlangıcı ve bitişi
Erbaş’ın Yargıtay açılışına katılmasını değerlendiren Akademisyen-Yazar Sibel Özbudun, “…derin bir meydan okumaya denk düştüğü unutulmamalı” ifadelerini kullandı.
YASİN DURAK
Laiklik söyleşileri serimiz kapsamında bu hafta Yazar, Akademisyen Sibel Özbudun ile konuştuk. AKP’nin ‘laikliğe bakışını, Ali Erbaş’ın yeni bir siyasi figür haline dönüşmesini, liberallerin AKP yanılgısını ve sosyalistlerin laikliğe bakış açısını sorduğumuz Özbudun, “Bu coğrafyanın devrimcileri, sosyalistleri olarak son yıllarda yaşadığımız siyasal İslam deneyiminden öğreneceğimiz çok şey var. İlk kurtulmamız gereken yanılsamanın, siyasal İslam’ın bu denli mevzi kazanmasına yol açan liberal/çok-kültürcü hayırhahlık olduğunu düşünüyorum” diyor…
►Diyanet Başkanı Erbaş’ın Yargıtay binasının açılışında boy göstermesini nasıl anlamamız gerekiyor?
Olay genellikle (ve bence iyimser bir vurdumduymazlıkla) kitleler nezdinde desteği hızla eriyen bir iktidarın ‘mutaassıp seçmeni konsolide etme’ girişimi olarak yorumlandı. Bu böyle olsa da, daha derinlerde yatan bir anlamı olduğu, derin bir meydan okumaya denk düştüğü unutulmamalı.
Klasik anlamıyla laiklik, bir ahlâk, değer vb. sistemi değil, yurttaş-yurttaş ve devlet-yurttaş ilişkilerinin düzenlenmesi olarak bir hukuk ilkesi… Yine klasik tanımı, ‘din ile devletin alanlarının birbirinden ayrılması’ ve/ile devlet yönetiminin akla ve toplumsal sözleşmeye dayalı, ‘dünyevi’ kaynaklı, değiştirilebilir yasalara dayandırılması… Bir başka deyişle, hukuk en azından burjuva devrimlerinden bu yana, her türlü dinsel, uhrevi vb. müdahaleyi dışlayan bir alandır. Bir devletin yurttaşlarının farklı inanç sistemlerine bağlı, ya da inançsız olabileceği ön kabulüne dayanır ve bunu sorunsallaştırmaz, ilgilenmez.
Oysa kitaplı dinler, özellikle de sekülerizme en az uyarlanmışı olan İslam, bilindiği üzere doğrudan dünyevi alan üzerinde yaklaşık bir ‘tekel’ savına dayanıyor. Dünya işlerinin (devlet yönetiminden ticari yaşama, aile ilişkilerine dek) hemen tümüne yönelik kuralları olan ve bu kuralları dayatmayı öngören bir ‘tekel’ bu… İslam(-cılık) hepimizin tüm hayatını, birbirimizle ve devletle ilişkilerimizi yönetmeye talip. Bu nedenle hukuk alanının istilası, onun için çok önemli. Yargıtay açılışında Diyanet Başkanı’nın Cumhurbaşkanı ile yan yana boy göstermesinin simgesel/törensel anlamı, kanımca bu…
Sibel Özbudun
►Birkaç yılda bir “yeni Anayasa’da laiklik olmasın” çıkışı yapan İsmail Kahraman karşısında AKP’nin başka temsilcilerinin laikliği göstermelik olarak sahiplendiğini görüyoruz. Siz bunun “tasarlanmış bir tutuma, bu bakımdan da bir insicama denk düştüğünü” yazmıştınız. Bu ne tür bir insicamdır ve bunun karşısında düzen muhalefetinin, bilhassa da liberallerin düştüğü yanılgılar nelerdir?
Tayyip Erdoğan, yukarıda özetlemeye gayret ettiğimden farklı bir laiklik tanım ve anlayışına sahip olduğunu defalarca vurguladı. Laikliği İslamcı kavramlar çerçevesinde yeniden yorumlayan bir tanım bu: Bir yanıyla İslam’ın ilk yıllarındaki, Müslüman fatihlerin farklı dinsel cemaatlerle ilişkilerinin, bir taraftan da dine dayalı devletlerde dünyevi yetke ile dinsel yetke arasındaki ilişkilerin nasıl olması gerektiğine değin tartışmalardan damıtılmış bir laiklik tanımı. Erdoğan geçmişte laikliğe ilişkin kendi tanımını şöyle vermişti: “Laiklik konusunda anglosakson bir laiklik anlayışı veya Batılı anlamda bir laiklik anlayışı değil. Kişi laik olmaz. Devlet laik olur… Laik devlet, her inanç grubuna eşit mesafededir… Hepsinin güvencesidir.” Erdoğan’ın bu kavrayışı, Anayasa Mahkemesi’nin CHP’nin 4+4+4 eğitim sistemine karşı 2013’te açtığı davanın reddine ilişkin gerekçesinde payandalanır. AYM gerekçesi, laikliğin biri katı diğeri özgürlükçü olmak üzere iki yorumu olduğunu, katı yorumun dini bireyin vicdanıyla sınırlarken, özgürlükçü” yorumun dini toplumsal bir olgu olarak görüp, toplumsal görünürlüğe sahip olacağını kabul ettiğini belirtiyordu. Devlete düşen, kendisi resmi bir dine sahip olmamakla birlikte din ve inançlar karşısında eşit mesafede durmak, bireylerin dini inançlarını serbestçe öğrenebilecekleri ve yaşayabilecekleri bir hukuki düzen tesis etmek ve din ve vicdan hürriyetini güvence altına almaktı. AYM gerekçesine göre, “Laik bir siyasal sistemde, dini konulardaki bireysel tercihler ve bunların şekillendirdiği yaşam tarzı devletin müdahalesi dışında ancak koruması altında” idi. Aynı gerekçede, Türkiye’de laiklik ilkesinin “devlet ile İslâm dini arasındaki kurumsal ilişkiyi dışlamadığı”nı, devletin resmî dini olmasa da, “çoğunluk dininin mensuplarının inanç, ibadet ve eğitim gibi ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik resmi mekanizmaların öngörüldüğü” belirtiliyordu.
Görüldüğü üzere çıkış mantığı “devleti -daha doğru bir deyişle kamusal alanı- dinin müdahalelerinden korumak” olan laiklik, burada “devletin din(ler)i koruması” biçimli bir tahrifatın nesnesi olmuştur.
Liberallere gelince, onlar Erdoğan’ın 2010’ların başlarındaki açıklamalarını heyecanla karşıladılar. Kemalist laiklerin korktukları olmuyor, Türkiye AKP eliyle şeriat devletine geçiş yapmıyordu. Tersine, ‘vesayetçi laiklik’ terk ediliyor, ‘özgürlükçü laiklik’e geçiliyordu. Üstelik Erdoğan’ın sözleri, Batı’daki post-seküler’ söylemlerle de uyum içerisindeydi. Göremedikleri, AKP’nin laikliği ülkenin islamileştirmesinde bir araç olarak kullanma niyetiydi.
►Geçtiğimiz aylarda mülteci sorununa yönelik siyasetini “Müslüman olduğumuz için ırkçı olamayacağımız” söylemiyle savunan Kemal Kılıçdaroğlu’nun kurmaylarına “Diyanet’le polemiğe girmeyin” çağrısını yapmasını nasıl değerlendirmeliyiz?
Bugünkü hâliyle CHP’nin ülkenin kritik konularından hangisi konusunda esaslı bir önerisi var ki, laiklik konusunda olsun? Tüm stratejisini AKP’den, AKP söylemleriyle kurtulmaya dayandırmış gözüküyor. “Biz onlardan daha milliyetçiyiz, daha iyi Müslümanız, piyasa ekonomisini daha iyi uygularız, en iyi sağcı biziz!” Hani kadın düşmanlığının kitleler nezdinde prim yaptığına dair bir iz yakalasalar, “en kadın düşmanı biziz!” diyecekler, neredeyse…
Ama bu kraldan çok kralcı gözükme gayretkeşliği, AKP’nin laiklik anlayışını Kemalist modele dayandırdığı gerçeğinin üzerini örtmüyor. Kemalist laiklik modeli, savaşlarla hurdahaş olmuş bir coğrafyada, karma bir nüfustan bir “ulusal kimlik” yaratma çabasıyla doğrudan bağıntılıdır. Müslümanların geldiği, gayrımüslimlerin terk ettiği/tasfiye edildiği bir coğrafyada yaşayan karma nüfusu (Türkler, Kürtler, Araplar, Lazlar vb.) bir ulusa dönüştürmede başvurulabilecek tek ortak değer İslam’dır. İslam birleştirici olduğu kadar, Osmanlı geçmişiyle bağları nedeniyle ulus-devlet modeli açısından riskli bir kimlik belirleyenidir. Kemalist elit, bu nedenledir ki, yurttaşlar için devletin denetiminde bir Müslümanlık kurgulamıştır: Yurttaşlara doğduklarında üzerinde İslam kaydı düşülen bir kimlik verilip, öldüklerinde cenaze namazıyla uğurlanması, (Alevîler dâhil) her köye kadrolu-maaşlı bir imam atanması vb.de olduğu gibi. Devletin din üzerindeki kontrolü, Diyanet İşleri Başkanlığı eliyle sağlanır. Öyle ki, AKP’nin 2000’lerin başlarında iktidara geldiğinde, aşırı merkezileştirilmi�� bir yönetim anlayışını temellük etmek ve Diyanet’i siyasal İslamcı bir hatta oturtmaktan fazla bir gayret göstermesi yetecekti…
Hâl böyle olunca, Türk-tipi laikliğin gerçek sahibi olan bir partinin, bu aslî konuda söylenecek “elhamdülillah biz de Müslümanız” ve “aman Diyanet’le polemikten kaçınalım”ın ötesinde bir şeyler olması gerektiğini düşünüyor insan, en azından özeleştiri babında. Ancak, ülke geleceğinin “AKP’den/ Tayyip Erdoğan rejiminden kurtulma”ya endekslendiği bir ortamda, bu galiba fazlasıyla nafile bir beklenti.
►Bir Sosyalist laikliği neden ve nasıl savunur? Laiklik noktasında sosyalist anlayışın burjuva perspektiflerden farkları nedir?
Bu coğrafyanın devrimcileri, sosyalistleri olarak son yıllarda yaşa(tıl)dığımız siyasal İslam deneyiminden öğreneceğimiz çok şey var. İlk kurtulmamız gereken yanılsamanın, siyasal İslam’ın bu denli mevzi kazanmasına yol açan liberal/çok-kültürcü hayırhahlık olduğunu düşünüyorum.
Sosyalistler -en azından bir bölümü- SSCB sonrası ortalığı saran post-söylemlere ne yazık ki fazlaca prim verdiler, kültüralist dalgaya fazlaca kaptırdılar kendilerini. Kültür, elbette ki önemli, ancak bireylerin “haklar”ı (çok-hukukluluk, çok-kültürcülük gibi söylemlerin ima ettiği üzere) mensubu oldukları kültürlere göre değerlendirilmeye başlandığı anda, kadın sünnetine ya da hırsızların ellerinin kesilmesine vb. neden karşı çıkılması gerektiği muğlaklaşır. KDin nihayetinde, biz materyalistler için göksel kaynaklı bir buyrultular sistemi değil de, verili tarihsel koşullarda, verili toplumsal ilişkiler içerisinde biçimlenmiş bir görüngü olduğu ölçüde, “kültürel”dir. Din karşısında farklı tutumların, birden fazla dinsel sistemin, bir din hakkında farklı ve çelişik yorumların benimsendiği bir toplumsal-kültürel ortamda dinin kamusal görünürlüğünü kabullenmek, içinden çıkılmaz sorunlara yol açar, açıyor da. Çoğunluğa ait dinsel kurumlarının toplumda başat kılınması, dinin devlet eliyle el kadar çocuklara öğretilmesi, din kurumlarının kamu kaynaklarından beslenmesi vb. diğer inanç sistemlerinin mensupları ve ateistler açısından açık bir hak ihlali ve eşitsizlik olduğunu yaşayarak öğrendik. Öte yandan, bireylerin dinsel duygularını sınırlayacak bir mekanizma olmadığından, dinsel kimliği nedeniyle atanmış devlet görevlilerinin yetkilerini kendi cemaati lehine kullanmayacaklarının bir garantisi de yoktur.
‘Halkın kutsal saydığı değerlerin korunması’, bir devletin görevi olamaz. Bu, eleştirel düşünceyi boğan bir anlayış olduğu gibi, farklı olanların tepesinde sürekli sallanan bir Demokles kılıcıdır.
Ve nihayet, din iktidar(lar) tarafından, sisteme yönelik hoşnutsuzlukların bastırılıp massedilmesinde araçsallaştırılmaya elverişli söylemler yatağıdır. Sınıf savaşları keskinleşme eğilimi gösterdiğinde tarikatçıların ortaya salınması, cami vaazlarında sürekli ‘şükür’ün vurgulanması, ‘devlet büyükleri’nin dinsel ıstılahlarla yoksulları, ezilenleri kaderlerine rıza göstermeye çağırması, kadınların dinsel buyrultularla terbiye edilmeye çalışılması… Bu coğrafyanın vaka-i adiyelerinden oldu...
Şu hâlde sosyalistlere düşen, dinin kamuyu ilgilendiren bir mesele olmadığını vurgulamak, kamusal alanı dinin tezahürlerinden arındırmak olmalıdır. Din, özel alana taalluk eden bir durumdur, bireyler ve cemaatler, dilediklerine inanmak ve -başkalarına, doğaya, kamu sağlığına vb. zarar vermemek koşuluyla- dinsel inanç ve ibadetlerini sürdürmekte özgür olmalıdır, elbette. Dinsel görüngüleri yasaklamak, bastırmak sosyalistlerin işi olamaz. Ama dinin bir tahakküm aracına dönüş(türül)meşinin, din adına kamu kaynaklarının yağmalanmasının önüne geçmek, sosyalistlerin işidir.
Böylesi bir yaklaşım, devletin dinsel ideoloji ve kurumlarla tüm ilişkisini kesmesi, dini inananların uhdesine bırakmasını gerektirir. Ama aynı zamanda bir dinsel grubun diğer(ler)i üzerindeki tahakkümünü engelleyecek mekanizmalar ve belki de en kritiği, dinsel inançların kişisel bir tercih ve seçim olmasını güvence altına alınması çok önemli. Bir başka deyişle, devletin bireysel özgürlükleri cemaatin kolektif baskısı karşısında koruması, bireylerin inanma olduğu kadar inanmama özgürlüğüne sahip çıkması gerek… “Vicdan özgürlüğü”nün önkoşulu, bireyin dinsel tercihlerini özgür iradesiyle yapacak koşullara sahip olmasıdır. Bu yaklaşımda hiç kuşku yok ki ne Diyanet gibi bir kuruma, ne de eğitim müfredatında din derslerine yer yoktur. Bunlar, inananlar topluluğunun işidir.
Ve nihayet, devletin“modernleşme adına topluma tepeden dayattığı laiklikten farklı olarak, sosyalistler için laikliğin toplumsal tabana yayılması, sınıf mücadelelerine mündemiç kılınması önemlidir. Emekçiler, ezilenler, ekmeklerini küçülten her hamleye, özgürlüklerini daraltan siyasal İslamcı dayatmaların da eklendiğini yaşayarak gördüler son yıllarda. Bu nedenle, ekmek talebi, devletten, dinden ve sermayeden özgürleşme talepleriyle, kendi yaşamının efendisi olma özlemiyle çözülmez biçimde iç içe geçmiş durumdadır…