AKP Türkiyesi: Ortadoğu’nun arka bahçesi, IŞİD’in lebensraum’u*

BEHLÜL ÖZKAN

İçeride ve dışarıda baş döndürücü bir hafta geride kaldı. IŞİD’in Atatürk Havalimanı’na saldırarak 44 kişiyi öldürmesi, aradan 48 saat geçmeden Türkiye ve Avrupa yas tutarken Osman Gazi Köprüsü’nün açılışının iktidar tarafından “bayram” gibi kutlanması; İsrail ile yakınlaşma ve hemen ertesinde Erdoğan’ın Mavi Marmara seferinin taşeronluğunu üstlenmiş İHH’ya Gazze’ye yardımı bana mı sordunuz diyerek yüklenmesi. Analize İHH, Gazze ve Ortadoğu’dan başlayalım.

Pan-İslamcılığın “Hayat Sahası:” Ortadoğu

10 kişinin hayatını kaybettiği 2010 Mavi Marmara baskını, Davutoğlu’nun Dışişleri Bakanlığı’na gelmesinden bir yıl sonra gerçekleşti. Dönemin gazeteleri ve akademik dergileri Türkiye’yi “yumuşak güç” olarak tanımlayan yazılarla dolup taşarken, Mavi Marmara yumuşak gücün duvara çarptığının ilk işaretiydi. Stratejik Derinlik’te Ortadoğu’yu “Kaçınılmaz bir Hinterland [arka bahçe]” (s.129) olarak tanımlayan Davutoğlu, bölgede mevcut siyasi “düzeni” değiştirmek için kolları sıvadı. 2011 Arap İsyanlarıyla Tunus’tan Suriye’ye kadar uzanan coğrafyada kurulacak İhvan kuşağının lideri olmayı hayal eden Stratejik Derinlik, bundan bir yıl önce ilk meydan okumasını İHH üzerinden İsrail’e yaptı.

İsrail’in Gazze ambargosuna karşı çıkan AKP, Ortadoğu’ya Mavi Marmara ile yelken açıyordu. Davutoğlu’nun dümeninde olduğu dış politika yeri geldiğinde büyük güçlerle anlaşmayı, fırsat bulduğunda da büyük güçlerin arasındaki çelişkilerden ve boşluklardan faydalanarak AKP’ye yakın burjuvazi ve sanayiciye bölgede alan açma çabasındaydı. AKP iktidarı Gazze ve Ortadoğu’ya iki yönden yaklaştı: 1) Kendisini “ümmetin lideri” yapacak pan-İslamcılığı pratiğe geçireceği coğrafya. 2) Gelişmekte olan Anadolu burjuvazisi ve sanayicisi için fırsatlarla dolu bir pazar. Avrupa’nın gelişmiş ekonomileriyle rekabette güçlük çeken Anadolu sermayesi, Avrupa sermayesinin temkinli yaklaştığı Ortadoğu ve Kuzey Afrika pazarına 2002 sonrasında büyük bir iştahla atıldı. AKP’nin önde gelen siyasetçilerinden Ömer Çelik’in Eylül 2011’de Twitter’daki mesajları Ortadoğu’ya yönelik yayılmacılığın içselleştirilmesi bakımından anlamlıdır: “Filistin meselesi ‘yakın hayat sahamız’ içindeki sorunların anasıdır. Filistin sorununun çözümü Türkiye’nin ‘yakın hayat sahasında’ imkân ve kabiliyetlerinin artması demektir.” Çelik’in altını çizdiği hayat sahası kavramını, Stratejik Derinlik 1930’lar Almanya’sından referans alarak “Lebensraum” olarak Türkiye’ye uyarlamıştı. Ancak Davutoğlu yayılmacı literatürü 80 yıl geriden takip ediyor; Lebensraum, Hinterland gibi kavramlarla dış politikasına yön veren Nazi Almanya’sının yol açtığı felaketi görmezden geliyordu. Stratejik Derinlik’in (s. 56-7) Türkiye Ortadoğu’nun “tabii kaynaklarının paylaşım süreci içinde orada beş yüz yıl süren hâkimiyetinin getirdiği avantajları yeterince kullanmamıştır” demesi çarpıcıdır. Yani “dava” paylaşım mücadelesinden pay kapma davasıydı. Kısaca AKP için Filistin mazlumlara sahip çıkılan bir mücadele değil, ideolojik ve ekonomik açıdan nüfuz edilmesi gereken “yakın hayat sahasıydı.” “Filistin davası” bu yayılmacı politikanın kitleler nezdinde benimsenmesini sağlayacak ideolojik araç, İHH ise bunun kullanışlı piyonuydu. Türkiye’nin kapasitesi ve olanaklarıyla gerçekleştirilmesi imkânsız olan bu macera, Mavi Marmara’da İsrail’in askeri güç kullanmasıyla paramparça oldu.

Umut Kapısı: Arap İsyanları
akp-turkiyesi-ortadogu-nun-arka-bahcesi-isid-in-lebensraum-u-155831-1.

Arap İsyanlarıyla Gazze’de yaşadığı hayal kırıklığını geride bırakan AKP, Tunus’tan Suriye’ye kadar uzanan bölgede hedeflerinde vites büyüttü. ABD ve AB’nin Ortadoğu’ya “model” ol dediği AKP, Arap İsyanlarıyla bölgenin “lideri” olacağını iddia etmeye başladı. 2011-2012 sürecinde dış politika, ABD ve AB ile ilişkilerinde ciddi çelişkiler barındırır. Kaddafi Libya’sında Türkiye’nin milyarlarca dolarlık inşaat yatırımlarının Batı’nın askeri müdahalesi sonucunda kaybedileceği endişesiyle “NATO’nun ne işi var Libya’da” çıkışı yerini, Batıyla pastadan pay kapmak konusunda varılan anlaşmaya bırakırken, İzmir, NATO’nun Libya’ya düzenlediği askeri operasyonun komuta merkezi oluyordu. Suriye’de ise Ankara önce Esad’ı ikna ederek siyasi değişimi yönetmek istedi. Bunu başaramayınca Esad’ın devrilmesine yönelik askeri operasyon için ABD’yi ikna etmeye çalıştı. Bu da suya düşünce El Kaide’nin Suriye kolu Nusra’nın da içinde olduğu radikal köktendinci grupları ılımlı muhalif olmaya, Batı’yı da bunları desteklemeye ikna için çabaladı. Sonuç milyonlarca mülteci, yıkılmış bir Suriye. Dahası 2011’e kadar Ortadoğu’da ciddi yatırımlar yapmış, Suriye ve Mısır’da fabrikalar açmış “Anadolu kaplanları” Arap İsyanlarıyla milyarlarca dolara varan kayıp yaşadı. Ama iç savaşlarla yıkılan Suriye ve Libya’nın yeniden inşası sırasında bu kayıpların misliyle telafi edileceği umudu diri tutuldu. Tüm bu süreçte TIR’larla gönderildiği iddia edilen silahlardan radikal köktendinci gruplara verilen lojistik yardımlara kadar İHH, AKP’nin pan-İslamcı yayılmacılığında kullanışlı bir işlev üstlendi.

Her tarafımız sarıldı, teslim oluyoruz

Davutoğlu’nun istifa ettirilmesi, dış politikada işlerin sarpa sardığının bizzat Erdoğan tarafından kabullenildiğinin kanıtı. Erdoğan, ideolojik hırslarından dolayı dış politikada kıvrak manevraları yapamayacağını bildiği Davutoğlu’nu oyundan aldı. Yerine konulan Binali Yıldırım ilk konuşmasında “dostlarımızın sayısını artıracağız, düşmanlarımızın sayısını azaltacağız” mesajını verdi. Davutoğlu’nun “Ortadoğu’nun sahibi” Türkiye hayalinin 2016 itibariyle kâbusa dönüştüğünün farkına varan Erdoğan, Rusya ve İsrail’in kapısını çaldı. AKP Rusya ve İsrail’e karşı diklenerek hâkimiyet mücadelesi verdiği Ortadoğu’da, artık bu iki ülkeyle uzlaşarak kendisine etki alanı açmayı amaçlıyor. Tam bu manevrayı yaparken Erdoğan’ın sorun teşkil eden Davutoğlu’ndan sonra İHH piyonunu da sepete atması manidar. (Dış politikada satranç benzetmesini sıklıkla kullanan Davutoğlu’nun piyon muamelesi görmesi trajik olsa gerek)

Dış politikada değişim mecburiyetinin 2 önemli nedeni daha var: 1) Güneydoğu’da artan çatışmaların PKK’nın ileri teknoloji silahlar kullanmasıyla öngörülemeyen bir yola girmesi. 2) Suriye sınırının büyük bölümünün PYD’nin eline geçmesi. Mısır’da Sisi yönetiminin PKK ile görüşmesi, PYD’nin yurtdışında açtığı temsilcilikler AKP’nin kaygılarını artıran diğer gelişmeler. Esad yönetimiyle PYD karşıtlığı üzerinden dirsek temaslarının başladığına yönelik iddialarsa, Ankara’nın Şam’a yönelik “Eski dost düşman olmaz deyipte sitem etme” şarkısını mırıldanacağı günlerin çok uzak olmadığının habercisi. Ankara’nın PKK ve PYD’ye karşı zemin arayışında öncelikle, Eylül 2015 itibariyle Ortadoğu’da sahaya inen Rusya’yı ikna etmesi gerek. Putin’in şartıysa, Rusya’nın Suriye’de savaştığı radikal köktendinci gruplara Erdoğan’ın desteğini kesmesi.

Küresel cihadın cephesi

Rusya ve İsrail ile düşmanlıkların sona erdirilmesi, Mısır ve Suriye ile benzer bir yola girileceğine dair sinyaller gelse de, 2011 öncesine dönüş kolay değil. Arap İsyanlarıyla uygulanan ve Ortadoğu’yu Türkiye’nin arka bahçesi olarak tanımlayan dış politikanın çökmesiyle, bizzat Türkiye Ortadoğu’nun arka bahçesi haline geldi. Sisi’den kaçan İhvan üyeleri İstanbul’u mesken edinerek burada kurdukları televizyonla Mısır’a yayın yapıyorlar. İsrail Hamas’ın askeri kanadından radikal isimlerin Türkiye’de barındığını iddia ediyor. Irak merkezi yönetiminden kaçan Sünni lider Tarık Haşimi Türkiye’de. Bunların hepsinden daha vahimiyse AKP’nin Türkiye’yi Suriye’deki cihatçıların “otoyoluna” çevirmiş olması.

IŞİD’in 20 bin sempatizanı ve 3 bin militanının bulunduğu Türkiye, örgütün ilan ettiği küresel cihatta lojistik ve sermaye geçişi olarak kullandığı “hayat sahası.” Bir yandan IŞİD Türkiye’nin barışamayacağı, diğer yandan da nasıl savaşacağını bilemediği düşmanı. Dahası AKP’nin eğitimden emniyete hemen tüm alanlarda tam gaz İslamcı bir yapılanmaya gittiği göz önüne alınırsa, radikal Selefi söylemi benimseyen IŞİD ile mücadelesi giderek güçleşiyor. Alkol satışlarını serbest bırakıp bundan vergi alan, faizin ekonomiye egemen olduğu, NATO üyesi, İsrail ve Rusya ile yakınlaşan bir devletin Cumhurbaşkanı olarak Erdoğan’ın Atatürk Havalimanı saldırısını yapan IŞİD militanları için “yerleri cehennem” demesi, Türkiye’de sayıları binlerle ifade edilen Selefi taban için ne kadar inandırıcı? Türkiye için IŞİD bir itikat meselesi değil ve “siz nasıl Müslümansınız” şeklinde İslami bir söylemle IŞİD’le mücadele imkânsız. Karşımızda halifeliğini ilan etmiş, kendisine İslam Devleti diyen bir yapı var. IŞİD radikal bir tutum takınarak “siz nasıl Müslümansınız” sorusunu Türkiye’deki iktidara yöneltiyor. Yayınlarında “Türk ordusu NATO’yla beraber Müslümanları katletmektedir” diyen IŞİD, laik cumhuriyeti yıkmak için kitlesini mücadeleye çağırıyor. Dünya görüşünü Siyasal İslam’ın belirlediği, “laiklik yeni Anayasa’da olmamalı” diyen ama frak giyen bir meclis başkanıyla AKP, IŞİD’in saldırdığı laik cumhuriyeti ne kadar korur? Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu ilkesi laiklik IŞİD’e karşı mücadelede cephenin kurulabileceği yegâne zemin. Eğer bunu kuramazsak bundan sonra hepimiz için bu dünya cehennem.

*Hayat sahası