Bir haftanın beş işlem gününün üçünde bir “kara gün” yaşamak şimdiye kadar deneyimlenmiş bir durum değildi. Bu rekor da Erdoğan iktidarına “nasip” oldu.

Alamet-kıyamet

Oğuz OYAN

Son BirGün Pazar yazımın (5 Aralık 2021) başlığı “İktidarın Bir Planı Var mı?” biçimindeydi. Aklı başında insanlar hâlâ, “bu kadar ‘kör gözüm parmağına’ hatalar dizisi nasıl yapılabilir, iktidarın hiç mi bilgili danışmanı yok, yoksa bizim bilmediğimiz planlar mı çalışıyor?” sorularını sormaya devam ediyorlar. Geçen yazımızda iktidarın politikalarında bir keramet aramanın boşuna olduğunun altını çizmiştik. Şimdi işler daha da çığırından çıktığına göre devam etmek durumundayız. Bakalım, “bindik bir alamete gidiyoruz kıyamete” aşamasında mıyız?


ÇILGIN BİR HAFTANIN YORUCU BİR ÖZETİ

Ekonomik olaylar baş döndürücü bir hızla gelişiyor artık. 16 Aralık Perşembe günü TCMB’nin politika faizini yeniden bir puan indirip yüzde 14 düzeyine getirmesi aslında beklenmedik bir durum değildi. Herkes buna göre konumlanmıştı; “Kara Pazartesi”nden sonra bir de “kara Perşembe” yaşanmıştı.
17 Aralık Cuma gününe ise iki zıt hareketle girildi. Ekimden bu yana kur artışları ile BİST 100 endeksindeki artışlar paralel bir seyir izlemekteydi. Bu pek alışılmadık bir paralellikti; bu iki göstergenin genellikle ters yönde hareket etmeleri beklenirdi. Borsadan yabancılar çıkarken borsanın bu kadar kararlı bir biçimde yukarı gitmesinin nedeni, TL’den kaçışla ilgiliydi. Yerli yatırımcılar dövize, altına ve borsaya yönelmekteydi. Dayanıklı tüketim malları talebini öne almak veya gıda stoklamak gibi hiper-enflasyon ortamlarına özgü davranışlar da buna eşlik etmekteydi. Yerli amatörlerin bu borsa ilgisi, BİST’te fiyatları önemli ölçüde şişirmişti. Her an ters yönlü bir dalga oluşabilirdi.

Nihayet cuma gününü de “kara cuma”ya dönüştürecek güçte bir dalga oluşacaktı. Tek bir fonun borsada kâr realizasyonuna gitmesinin tetikleyici etkisi bile yeterliydi; son zamanlarda çoğalan kredili hisse senetlerindeki satışlar ile panik satışlar bunu izleyecekti. BİST’te günlük kayıp yüzde 7,5 düzeyini aşınca borsa tarihimizde ikinci kez uygulanan “devre kesici” işlemi sonrasında BİST’te işlemler durdurulacak; kapanışa doğru yeniden açıldığında ise günlük kayıplar tarihi bir dip görerek yüzde 9’a kadar gidecekti. Ama “kara Cuma”da kurlar da tarihi zirvelere yerleşecekti. Dolar ve Avro TL’ye karşı günlük yüzde 6’yı aşan oranda değer kazanınca (1 dolar 17 TL’yi geçince), TCMB beşinci kez döviz satarak kura müdahale edecekti. Gerçi günün sonunda döviz kurundaki günlük artış (veya TL’deki günlük değer kaybı) hâlâ yüzde 4 gibi rekor bir düzeydeydi.

Bir haftanın beş işlem gününün üçünde bir “kara gün” yaşamak şimdiye kadar deneyimlenmiş bir durum değildi. Bu rekor da Erdoğan iktidarına “nasip” oldu. Böylesine bir “mükemmel fırtına” haftasının yaşanmasında iktidarın özel katkılarını görmezden gelemeyiz:

• Saray’ın ve onun emrindeki ekonomi yönetiminin doğru kararlar alabileceğine dair güvenin tamamen yitirilmiş bulunması; (tek başına bu sebep yeterlidir aslında);

• Milli paranın istikrarını korumak için eldeki tek araç olan faiz silahının kullanılmayacağının yetkililerce artık sürekli beyan ediliyor olması;
İktidarın hesapsızlığı ve bazı sermaye çevrelerine yaranma güdüsüyle döviz rezervlerini sorumsuzca eritmesi yüzünden TCMB’nin kura müdahalelerinin artık emanet cephaneyle yapıldığının herkes tarafından bilinmesi ve 128 milyar dolar eriterek başarılamayan şeyin birkaç milyar dolarlık satışla hiç mümkün görülmemesi;

• Tasarruf sahiplerini giderek büyüyen negatif faizlere mahkûm etmenin sonucu olarak TL’den kaçışın ve dolarizasyona yönelmenin adeta körüklenmesi…
İktidarin hesabı neydi?

Her faiz indiriminin, özellikle de zaten enflasyonun altında bir bölgede bulunuluyorsa, döviz kurlarını zıplatacağını iktidar sakinleri de zor yoldan öğrenmiş olmalılar ama buna kuramsal bir gerekçe uydurmaya kalktıklarında, biraz analitik düşünebilen insanların beyin sigortalarının atmaması mümkün değil. Düşük faiz-pahalı döviz eşleşmesinin iyi bir şey olduğunu, çünkü bu sayede cari açıkların azaltılıp buradan da enflasyonun dizginleneceğini açık ekonomi koşullarında iddia edebilmek, iktisatçılığı değil boş hayal gücünü gerektirir. Türkiye’nin dış ticaret açığı ve cari açığı kapatılabilse buna ancak sevinilir; ama 19 yılını boşa harcamış, ithal ikamesi için gerekli yapısal dönüşümlere gitmemiş, ara ve yatırım mallarına yüksek bağımlılık düzeyini azaltmak yerine arttırmış bir iktidarın, yüzeydeki bir kur politikasıyla tılsımlı bir sonuç elde etmeye bel bağlaması, cehalet göstergesi olduğu kadar aşırı kolaycılıktır.

Sanayisini ve ihracatını yürütebilmesi için enerji kaynakları ve teknoloji yoğun mallar ithalatına bağımlı olan bir ülkenin, cari açık vermese bile, kışkırttığı yüksek kurlar nedeniyle enflasyonist etkilerden kaçınamayacağını öngörmek için iktisat okumuş olmaya gerek yoktur. Kaldı ki dünyada emtia fiyatlarındaki artış ve enflasyonist eğilimlerin pekişmesi de, pahalı döviz kurlarının çoğaltan etkileriyle iç fiyatlara yansıyacaktır.

İktidarın diğer hesabının, 2017 ve 2020’de yaptığı gibi, düşük kredi faizleri ve kamu bankalarının kredi pompalaması üzerinden yapay bir geçici büyüme penceresi açılmasını sağlayarak önümüzdeki seçim dönemini kurtarmak olduğu biliniyor. Ancak bu defa koşullar çok daha olumsuz: -Artık elinde hoyratça kullanabileceği bir döviz rezervi bulunmuyor; -İktidarın politikalarına güven tükenmiş durumda; Kurlarda ve fiyatlar genel seviyesindeki oynaklık ortamında, sağlıklı fiyat oluşumu sağlanamıyor ve kredilerin yatırımlara dönüşme yolu tıkanmış görünüyor; -TCMB politika faizinin piyasa faizlerini etkileme/belirleme gücü iyice zayıflamış durumda; -Enflasyonist süreç kontrolden tamamen çıkma eşiğinde bulunuyor.

Sayılan bu son iki başlık üzerinde biraz daha duralım. Birincisi, bu kadar faiz indirimi sonrasında bile piyasadaki faiz oranları yüzde 22 civarında oluşmaktadır. Piyasalarda esas alınan en çok işlem gören 2 yıllık tahvillerin (gösterge tahvillerin) faiz oranı 17 Aralık Cuma akşamı itibariyle yüzde 22,30’dur. Hazine de iç borçlanmasını bu düzeylerdeki faiz oranlarından yapabilmektedir. (Hatta bunu fırsata çeviren bankaların, TCMB’den düşük faizle fon sağlayıp bunu yüzde 22’lerle Devlet İç Borçlanma Senetlerine yatırdıkları bilgisi alınmaktadır). Keza, tüketici kredileri ile ticari kredilerin de yüzde 20’lerin altına indiği duyulmamıştır. Yakında bu faiz düzeylerinin de aranır olacağına kuşku yoktur. Zorlama yöntemlerle kamu bankalarının konut kredilerini aşağıya çektiği görülmektedir ama bu, bankaların zararı pahasına yapılmaktadır. Son olarak bu bankalara 20 milyar TL’lik taze kamu kaynağı sağlanmasının nedeni de kamu bankalarının ticari değil siyasi güdülerle hareket ettiriliyor oluşudur. Sonuçta düşük faize zorlamaların maliyeti vergi yükümlülerine bindirilmektedir. TCMB’nin faiz indirimleri bankalarca en hızlı biçimde mevduat faizlerine yansıtılmaktadır; ama bu da dolarizasyonun kapısını açık tutmaktadır.

İkincisi, Dünya Gazetesi Yazarı Alaattin Aktaş’ın TÜİK Başkanı’ndan aldığı bilgiler doğrultusunda aralık ayı enflasyonunun çift haneli olabileceğini yazmasından sonra, artık 2021 yılı resmi TÜFE oranının yüzde 30 dolayına çıkabileceği büyük bir olasılık haline gelmiştir. Eğer öyleyse, TCMB faizinin TÜFE oranının yarısından azına karşılık geldiği bir döneme giriliyor demektir. Kaldı ki, ÜFE oranının (veya bağımsız iktisatçıların oluşturduğu Enflasyon Araştırma Grubu’nun -ENAG’ın- kasım itibariyle yıllık yüzde 57,8’i bulan TÜFE oranının) zaten bugün bile dörtte birine gerilemiş bir TCMB faiz oranından bahsediyoruz.

alamet-kiyamet-957240-1.
"Her durumda, iktidarın ekonomiyi yönetme kapasitesinin çok zorlu sınavlardan geçtiği bugünlerde, emekçilerden yükselebilecek taleplerin karşısına devletin kaba gücünü çıkarması halinde ülke yönetimin giderek zorlaşacağı bir döneme de giriliyor olabilir."



YENİDEN ASGARİ ÜCRET

Yeni asgari ücretin nominal olarak yüzde 50 artırılmasını Erdoğan’ın bir siyasi gösteriye ve seçim yatırımına dönüştürmek istediği bilinmekteydi. Ancak dolar cinsinden ifade edildiğinde bunun bir artış değil azalış olduğu gerçeği rahatsız edicidir. Muhalefetin bu eleştirisini görmezden gelememesi de bu rahatsızlıkla ilişkilidir ama daha rahatsız edici olan, ENAG’ın gerçeği daha iyi ifade eden enflasyon verisi esas alındığında, yeni düzeyin TL cinsinden de bir gerilemeye karşılık gelmesidir. Önümüzdeki yılda tutulması zor olacak bir enflasyon düzeyi bakımından da asgari ücret erime sürecine girmiştir. DİSK’in şimdiden ilkbaharda asgari ücretin yeniden belirlenmesi için çağrı yapması bu bakımdan anlamlıdır. Aslında bu erimenin durdurulması ancak enflasyona aylık endeksleme yöntemiyle başarılabilirdi ama bunun bu iktidarın gündeminde olamayacağı açıktır.

Brüt asgari ücretin bir bölümünü de devlet üstlenmeyi taahhüt etmiştir. Ücretlerin asgari ücret kadar olan bölümünden gelir ve damga vergileri alınmayacağının ilanıyla, brüt ile net asgari ücret arasındaki fark azaltılmış, işverenin maliyeti yüzde 50 değil yüzde 40 artışla sınırlı tutulmuştur. Şimdi bu vergi istisnaları için yıl bitmeden yeni yasal düzenlemeler yapılması gerekecektir. Ama bütçe henüz yasalaşmadan bütçe vergi gelirlerinde bir azaltma ortaya çıkmış, bütçe görüşmeleri bu bakımdan da hükümsüz olmuştur. Vergi kaybının kimlerin sırtına yükleneceği de belirsizdir ama büyük olasılıkla dolaylı vergiler üzerinden halk kesimlerine yüklenecektir.

Aşınma ve vergi konusunu bir yana bırakırsak, asgari ücretin yeni düzeyi belirlendikten sonra, asgari ücret ile farklı ücret/maaş kategorileri arasındaki paritede ciddi bozulmalar ortaya çıkmış durumdadır. Memur maaşları, toplu iş sözleşmesinden (TİS’den) yararlanan sendikalı işçilerin ücretleri ve emekli aylıkları ile asgari ücret düzeyi arasındaki farklar ya azalmış ya da artmıştır; asgari ücret ile ortalama ücret düzeyleri birbirine daha çok yaklaşmıştır. Bu kesimlerden gelecek ek protokol taleplerinin yükseltileceği bir döneme girilecektir. Bu arada önümüzdeki yeni TİS’ler için de sermaye ve emek cephelerinin talepleri arasındaki farklar büyüme eğilimindedir. Metal sektöründe Türk Metal’in ücretlerde yüzde 29’luk artış talebine işveren sendikası MESS’in verdiği yüzde 12’lik artış yanıtı, her türlü uzlaşma anlayışının dışındadır. Asgari ücrette yüzde 50’lik artışla övünen sermaye iktidarının yarın Türk Metal’in yüzde 29’luk artış talebini fazla görüp sektörde yasal olmayan bir grev yasaklamasına gitmesi hiç şaşırtıcı olmayacaktır.

Bu arada yönetim danışmanlık firması Korn Ferry’nin Türkiye’de faaliyet gösteren yerli ve yabancı sermayeli 643 şirketle yaptığı anketten yola çıkarak hazırladığı rapora göre, özel sektör firmalarının 2022 için ücret artışlarını yüzde 20-25 bandında tutacak şekilde planlama yaptıkları anlaşılmaktadır. (Sol Gazete, 17.12.2021).

OHAL TARTIŞMALARI

her durumda, iktidarın ekonomiyi yönetme kapasitesinin çok zorlu sınavlardan geçtiği bugünlerde, emekçilerden yükselebilecek taleplerin karşısına devletin kaba gücünü çıkarması halinde ülke yönetimin giderek zorlaşacağı bir döneme de giriliyor olabilir. İşte tam da bu koşullarda bir Cumhurbaşkanı Danışmanı tarafından Anayasa 119’a göre “ağır ekonomik bunalımın ortaya çıkması hallerinde” ekonomik nedenlerle de OHAL ilan edilebileceği tartışması başlatılmıştır. Gerçi bunun “döviz tevdiat hesaplarına el konulabileceği” yolundaki kaygıları beslemesi ve bir panik havasından çekinilmesi üzerine hemen geri adımlar atılmış, ayar vermeler ortalığı kaplamıştır.

Bununla birlikte bir OHAL tartışması açılmasının asıl muradını, ekonomiye müdahaleden ziyade, toplumsal tepkilerin daha kolay bastırılması ve seçimlerin bir OHAL ortamında yapılarak “kazanılması” hesaplarıyla açıklamak daha doğru olacaktır. Cumhurbaşkanının OHAL ilanı için sarılabileceği gerekçeler çok çeşitlidir (bkz. Anayasa madde 119/1) ve adeta “beğen beğen seç” şeklindedir. Yani OHAL ilan etmek istiyorlarsa bir yolunu bulacaklardır.

OHAL durumuyla ilgili kritik mesele 119’uncu maddenin 6. Fıkrası hükmüdür: “Olağanüstü hallerde Cumhurbaşkanı, olağanüstü halin gerekli kıldığı konularda, 104 üncü maddenin on yedinci fıkrasının ikinci cümlesinde belirtilen sınırlamalar tabi olmaksızın Cumhurbaşkanlığı kararnamesi çıkarabilir”. Peki nedir bu ikinci cümle? Şöyle: “Anayasanın ikinci kısmının birinci ve ikinci bölümlerinde yer alan temel haklar, kişi hakları ve ödevleriyle dördüncü bölümde yer alan siyasi haklar ve ödevler Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle düzenlenemez”. Bunun yaratacağı keyfilik inanılmaz boyutlardadır ama şunu da unutmayalım: 2016-2018 arasında iki yıl uygulandıktan sonra sözde kaldırılan OHAL’i kalıcı hale getiren 31 Temmuz 2018 tarihli 7145 sayılı yasanın varlığı da hesaba katılmak zorundadır. (Bkz. Ali Rıza Aydın, “OHAL korkusuyla yaşatmak”, 16.12.2021 tarihli Sol Gazetesi).

Sonuç olarak, Erdoğan iktidarı kendi döneminin kapanmasını önlemek üzere çare olarak gördüğü her dala tutunmaya çalışmaktadır ve çalışacaktır. Bu iktidarın kendisinde her türlü keyfiliğe ve zora başvurma meşruiyetini bulamamasını sağlamak toplumsal güçlerin işidir ve bu güçleri örgütleyip seferber edecek siyasi öznelerin görevidir.