Alfred Döblin’den Burhan Qurbani’ye Berlin Alexanderplatz

Emine Uçar İlbuğa

Alfred Döblin’in Berlin Alexanderplatz (1929) romanı ilk kez 1931’de PielJutzi’nin yönettiği bir filme temel oluşturmuş,daha sonra aynı eser1980’de Rainer Werner Fassbinder tarafından 13 bölümlük televizyon dizisi olarak uyarlanmıştı.Bu kez Afgan-Alman kökenli yönetmen Burhan Qurbani’nin senaryosunu Martin Behnke ile birlikte yazdığı Berlin Alexanderplatz günümüze uyarlandı ve yeni Berlinli göçmenleri merkeze alan bir yorumla karşımıza çıkıyor. Qurbani, 1929-30’lı yıllarda Berlin’de cezaevinden yeni çıkan eski karayolları işçisi Alman Franz Biberkopf’un hikâyesini 2020’li yılların Berlin’inde bir mülteci olan Francis’in hikâyesine dönüştürmüş. Filmin ana kahramanı Francis’in Afrika’dan başlayan uzun ve zorlu göç yolculuğundan sonra aradığı huzurlu bir hayata ulaşabilmesi o kadar da kolay değil. Berlin’de mülteci kampında kalan ve merdiven altı işlerde ucuz işgücü olarak kaçak çalışan Afrikalı, Arap mülteciler zorlu bir hayatın içinde yaşam mücadelesi veriyor. Francis kaçak olarak çalıştığı inşaatta haksızlığa karşı geldiği için işten atılınca,mültecilerin çaresizliğinden faydalanarak onlara daha fazla para kazanabileceklerini garanti eden ve mültecilerden oluşturduğuuyuşturucu satıcılarının lideri olan psikopat Reinhold’un eline düşer. Tek istediği bir Alman pasaportuna sahip olmak olan Francis, Reinhold için gözü kara, duygusal ama bir o kadar da acımasız olabilen vazgeçilmez biri haline gelir.

Döblin’in 9 bölüm, Fassbinder’in13 bölüm televizyon dizisi olarak uyarladığı Berlin Alexanderplatz, Burhan Qurbani’nin filminde beş bölümden oluşuyor. İlk bölümdeFrancis’in (WelketBungué) Afrika’dan başlayan ve Akdeniz üzerinden Almanya’ya uzanan zorlu yolculuğu ve Berlin Alexanderplatz’da farklı ülkelerden kayıt dışı göçmenlerle birlikte kaçak yaşamı, ikinci bölümde Francis’in, Reinhold’la (Albrecht Schuch) tanışma süreci ve uyuşturucu ortamına girişi, üçüncü bölümde Francis’in Reinhold tarafından arabadan atılması ve Eva (Annabelle Mandeng ) ve Berta (NilsVerkooijen) ile tanışması, dördüncü bölümdeMieze (JellaHaase) ile aşkı,doğacak çocukları ile yeni bir yaşam kurma hayali ve Reinhold’a tekrar dönüşü, beşinci bölümde ise Mieze’nin ölümü, cezaevi ve sonrası işleniyor. Qurbani’nin, Döblin’in savaşta travma geçirmiş ve Berlin’de adi bir suçlu olarak cezaevinden yeni çıkmış, ayakta kalmak için birçok işte çalışan roman kahramanı Franz Biberkopf’u, Berlin’e gelen ve hayata tutunmaya çalışan mülteci Francis üzerinden yeniden yorumladığı filmde Biberkopf’un yerini toplumun görünmeyenleri ve toplumda başka bir paralel evrende hayata tutunmaya çalışan mülteciler alıyor.

Irkçılık Karşıtı Söylemin Sinemada Önemli Bir Temsilcisi:Burhan Qurbani

1980 yılında Afgan mülteci bir ailenin oğlu olarak Kuzey Ren Vestfalya’nın Erkelenz kasabasında dünyaya gelen Qurbani Almanya’da göç, kimlik, çeşitlilik, ötekilik gibi konuları filmlerinin ana teması yapıyor. Baden Württemberg Film Akademisi’nden mezun olduktan sonra bir süre tiyatro ve sinemada dramaturji ve yönetmen asistanlığı yapan Qurbani öğrenimi sırasında çektiği kısa filmleriyle birçok film festivalinde adını duyurur.

Senaryo ve yönetmenliğini üstlendiği Nur Wenn Sie Schlafen(2004), Still on Earth(2005), Illusion (2007)gibi kısa filmlerinden sonra Berlin’de üç Müslüman gencin dönemsel hikâyesini işlediği,aynı zamanda mezuniyet filmi olan ilk uzun filmi Shahada (2010) 60. Berlin Film Festivali yarışma seçkisinde yer aldı. Qurbani’nin Martin Behnke ile birlikte senaryosunu yazdıkları ve Rostock-Lichtenhagen’de aşırı sağcıların mülteci yurtlarına yaptıkları saldırıları konu edinen ve gerçek bir olaya dayanan1992 yılında Wir sind jung.Wirsind stark (Genciz, Güçlüyüz, 2014) adlı filmi En İyi Film, En İyi Yardımcı Oyuncu ve En İyi Görüntü Yönetmeni dallarında Alman Film Ödüllerinin sahibi oldu. Yarı belgesel-kurgusal bir yapıda çekmiş olduğu bu filmde Qurbani Doğuve Batı Almanya’nın birleşmesiyle beraber Doğu Almanya’da güçlenen neo-faşisthareket ve ülkedeki göçmenlere karşı ırkçı ve yıkıcı karşıtlığa dönüşen popülist siyasal görüşün nasıl kontrol edilemez olabileceğini ortaya koyuyor. Yönetmen 2020 yılında Alman Dışavurumcu romancı Döblin’in modern insan yaşamının kent deneyimlerini toplumun dışındakiler üzerindenanlattığı ve ana karakterin içsel gelişimini şiirsel bir dilleortaya koyduğu romanıBerlin Alexanderplatz’ı aynı adla filme çekti. Film 2020 Berlin Film Festivali’nde izleyici ile buluştu. Alman Film Ödülleri’ne 11 dalda aday gösterildi ve beş dalda ödülün sahibi oldu. 39. İstanbul Film Festivali kapsamında Türkiye’de çevrimiçi izleyici ile buluşan Berlin Alexanderplatzşu günlerde dijital platform üzerinden izleyici ile buluşuyor.

1920’lerden Günümüze Yeni Berlin

Uzun yıllar Stuttgart’ta yaşamış biri olarak 2006 yılında Berlin’e geldiğinde çok katmanlı bir kültürel, ekonomik ve sosyal ortamla karşılaştığını belirten Qurbanikendi deneyimleri ve gözlemleri üzerinden göçmenler üzerine hikâyeler yazmaya eğilimli olduğunu söylüyor. Özellikle on yıldır Berlin’in merkezindeki Hasenheide parkına yakın oturan ve her gün birçok etkinliğin olduğu bu parkta ayrıca siyah uyuşturucu satıcıları ve zaman zaman onlarla polisler arasındaki kovalamacayı izleyenQurbani“Afrikalı eşittiruyuşturucu satıcısı”gibi çok klişe olan bu resmin Döblin’in romanındaki Biberkopf’la olan benzerliği üzerinden filmin ana fikrini oluşturur. Ancak böylesi zorlu bir konuyusadece bir sosyal dram olarak çektiğinde o filmin çok da kalıcı olamayacağına inandığından dolayı Alman edebiyatının önemli bir eseri olan Berlin Alexanderplatz romanı ile filmini ilişkilendirmeye karar verir. Ona göre parktaki Afrikalı gençlerin ne yaptıkları değil neden bunu yapmak zorunda bırakıldıkları filmin asıl yapısını oluşturur. Qurbani bir internetsitesine (exberliner.com)verdiği röportajda kendisi için sinema yapmanın demokratik bir görev, antifaşist bir direniş anlamı taşıdığını söylüyor ve “seyirci normalde karşılaştığındabelki de yüzüne dahi bakmayacağı siyah bir Afrikalı mültecinin yaşamına üç saat boyunca eşlik ediyor, onunla birlikte yaşıyorve onunla birlikte acı çekiyor” derken sinemayı bir empati ve sosyal birliktelik ortamı olarak da değerlendiriyor.

Irkçılığın gündemden hiç düşmediği günümüzde Qurbani filmdeki kahramanlar üzerinden Almanya’nın yeni gerçekliğine vurgu yapıyor. Filmde Francis “buradayım ve hiçbir yere gitmiyorum. Hayatım boyunca kaçtım ve artık burada kalıyorum. Ben Almanya’yım”derken,Francis’in trans birey arkadaşı Berta ise “biz yeni Almanyayız” diyor. Qurbani Berliner Zeitung gazetesine verdiği röportajında özellikle Francis ve Eva karakterlerinin ırkçılık üzerine yaptıkları konuşmanın senaryoda kaleme aldığı ilk bölüm olduğunu söylerken, bunun aslında kendisi ile ilgili ve kişisel olan bir konu olduğunu ve Eva’nın ağzından “eğer tüm dünya kör olsaydı benhala siyah olduğumu düşünürdüm” sözünü söyletiyor. Çünkü Almanya’da doğmuş büyümüş, Almanca düşünen ve dünyaya buranın gözünden bakan biri olarak görünümü hep kimliği ile arasında yer alıyor ve anne-babasının köken olarak geldiği yer öne çıkarılıyor. Qurbani oyuncu Annabella Mandeng (Eva) ve kendisi gibi bir ömür boyu kendilerine Alman olmadıklarının hatırlatılmasını sorunlu buluyor, bundan dolayı kendilerini yabancı hissedenler için bu cümleyi söylettiğini ifade ediyor.Bu nedenle onun filmlerinin temel itici gücü “yabancı” kavramı üzerinden ilerliyor. Kendisinde tam olarak adını koyamadığı bu duygunun her zaman güçlü bir etkisi olduğunu ve bu yaşadığı duygu durumunu filmlerinde karakterlerine de yansıttığını söylüyor. Dolayısıyla Shahada filminde Berlin’de hem köken olarak geldikleri kültürün özellikleri hem yeni yaşadıkları toplumun koşulları üzerinden şekillenen yaşamları ile kendilerine yer arayan üç Müslüman gencin hikâyesini, Wir sind jung. Wir sind stark filminde kaldıkları göçmen binasının önünü dolduran kontrol edilemez eski Doğu Alman gençlerin “Almanya Almanlarındır” çığlıkları vealevler arasında sıkışmış mültecileri konu edinirken, Berlin Alexanderplatz’da Francis, Berta ve Eva “yeni Almanya biziz, buradayız ve hiçbir yere gitmiyoruz”diyorlar.Böylece yönetmen Berlin’de, hem toplumun tam ortasında hem de kıyısında varlık gösteren göçmenleri öne çıkartıyorve içinde varoluş sergiledikleri bir göç toplumu olan Almanya’ya vurgu yapıyor.

Sonuç olarak; Almanya’da göçmenler uzun yıllar konu olarak bazen bireysel bazen toplumsal, kültürel ve siyasal koşullarıyla Alman sinemasında yer buldular. Alman sinemasında Rainer Werner Fassbinder Katzelmacher (1969) ve Angstessen Seele auf (Korku Ruhu Kemirir) (1973) filmlerinde göçmenleri göç ettikleri ülkede toplumun önyargıları ve kabulleri arasında gidip gelen yaşamları, Alman toplumunda varoluş sorunları ve korkuları üzerinden tartışmaya açan filmler çekse de genel olaraksinemada göçmenler ya klişe temsillerle kendilerine yer buldular ya da göçün kurbanları olarak öne çıkarıldılar. Ancak 1990’lı yıllardan itibaren Almanya’da göçmenler yalnızca filmlerde konu edilmenin ötesinde bir boyuta taşındı. Almanya’da dünyaya gelen Fatih Akın, Thomas Arslan, Hüseyin Tabak, Burhan Qurbani, Zara Zandieh, Pary El-Qalqili, Faraz Shariat gibi genç yönetmenler kendi hikâyelerini, deneyimlerini sinemaya taşıdılar. Onların filmlerinde göçmenler sadece filmlerin konusu değil öznesi de oldu. Bu farklı bakış ile Almanya’da aileleri gibi göç deneyimini doğrudanyaşamayan, ancak orada dünyaya gelen, büyüyen, eğitim alan yeni kuşak göçmenlerin hem yönetmen hem senarist hem de oyuncu olarak yer aldıkları göçmen sineması önem kazanmaya başladı. Yeni kuşak göçmen sinemacılar çokkültürlü ve çok dillilikleri ile farklı kültürler arasında gidip gelen yaşamlarını, sorunlarını ve sorunlara nasıl çözüm ürettiklerini, aile, gelenek, öteki, özgürlük, birey ve toplum ikilemlerinde gidip gelen gündelik yaşamlarını filmlerine taşıyorlar ve sahip oldukları çoklu kültürel yapı bir sorun değil, bilakis bir zenginlik olarak onların yaratıcı potansiyellerine yansıyor. Burhan Qurbani, Alfred Döblin’in Berlin Alexander platz gibi Alman edebiyatının önemli bir eserini yine Alman sinemasının tartışmasız en önemli yönetmenlerinden olan Fassbinder’den sonra cesaretle günümüze yorumlamakla kalmıyor, sinemada ırkçılık ve göçmen konusunu sorunsallaştırırken, aynı zamanda toplumun “kolektif bilincine”dokunuyor ve filmleriyle izleyicileri siyasal bir tartışmanın içine de çekmeyi başarıyor.