Bana akli bir cümle kurulmadığı, benden korkulduğu sürece, içinde mahsur bırakıldığım, sınırları başka bir elden belirlenmiş dünyayı yıkmak isteyeceğim. Duvara karşı söylenen türküler, insanların yüzüne çarpıp geri geldikçe, bilincimizle, öz sesimizle kendimizi dövmeye ve müstahak olduğumuzu düşünmeye devam edeceğiz

Alıntılar altına Alıntılar aşkına (III)

Jehan Barbur

“Medeniyet duvarla başlar. Duvar örmek çeşitli amaçlar taşır. Bu amaçların ilki ayırmaktır: İnsanları, bitkileri ve şeyleri. Daha sonraki amaçlar içeride ya da dışarıda bırakmaktır: İnsanları, bitkileri ve şeyleri. Duvarlar örülür ve iki cephelerinde hayatlar gelişir. Duvarsız bir dünya günümüz insanı için cehennemdir. Medeni insanın ruhsal dengesini sonsuza dek kaybetmesine elektrik, kanalizasyon ya da iletişim sistemlerinin çökmesi değil, duvarların yıkılması neden olacaktır. Bu yüzden duvar ustalığı kapitalist anlamda ilk gerçek meslektir.” (Hakan Günday - Piç)

Sonsuz beyaz, bir kar örtüsünün doğurduğu uçsuz bucaksızlıkla, yön ve hedef bilmezlikle, insanoğlunu delirtmeye en uygun platodur. Üstüne üstlük, doğal bir plato... Bilimsel anlamda mavi deliliğinden bahsedebilir miyiz bilmiyorum ama bir kara parçası yahut herhangi bir adayla sekteye uğramamış deniz de benzer bir akıl sıyrılmasını tetikleyebilir. Göz, dur durağa susamaktadır; beden, değeceği şeyle aidiyetini ve sınırını da hatırlar. Sonsuz aşk yoktur belki, sonsuz özgürlüğün de olmadığı gibi… Ama bu ancak doğada yer bulur…

Bizi, el ile inşa edilmiş, söz ile saydam bir geçit vermezlik getirmiş duvarların delirttiğini düşünmüşümdür hep. Modern insan –ki en beteri-, ahlak olgusu altında ezile büzüle debelene dursun; hata yapmak korkusuyla, ahlak duvarlarının çizilmesini beklemiştir içten içe. Kural koyanlar, güç kaybetme korkusu güden bir pragmatizmle de bunu sağlamış, halkın ahlakına kahramanca sahip çıkmıştır. Çoğu ölümlü, ölüm sonrası çıkacağı ateşli mahkemeden çekinip, “Nefsime ben hâkim olamıyorum Sultan’ım, siz önüne geçin nefsimin ve susturun özgür ve hayvani isteklerimi” diyerek, duvarları örenleri de alkışlamıştır zaman zaman. İktidara güç ve izin verirken, kendi özgül ağırlığından da böylece el ve yel birliğiyle vazgeçmiştir.

Bir çiçeğin yüzünü güneşe dönmesi kadar, insanın da hayatında nirengi araması anlaşılırdır, hatta ihtiyaçtır yerinde. Başka olgularla, kendinden hesapça farklı olanla, arasına örülmüş duvara, emek adına saygı duymaksa tam da burada yersizleşiyor işte. Sonsuz bir özgürlükten bahsedemeyeceğimiz gibi, aklın üretebileceği, başkasına zarar verme adına yeşeren kötülük, sözle, anlamla, eğitimle, tekrar en içe dönmeyle yön değiştiremez mi? Başkalarının çıkarını arttırmak için üst üste örülmüş her bent, karşı tarafın özgür alanını biler. Şehrin duvarları, doğal tepeleridir ve aşılma izinleri her daim bakidir. Ama insan eli duvarların üzerlerine, karşıyı da görebilmek ve bilebilmek adına açılmasına izin verilmeyen pencereler bir ikinci kelepçe değildir de nedir? Hoş açılsa da, avunmaya meyil edeceğiz ki; gereksizdir en baştan. Asıl yanılgı, bu duvarların bir ihtiyaç olarak kişioğluna sunulmasıyla başlıyor.


Temelde, insan zihnindeki kötücül ve açgözlü ihlal ve tecavüz olgusu ehlileştirilmedikçe, ancak yasak ve sınır çizmekle had bildirilir düşüncesi midir bu? İşin özünden uzaklaşmaya alışmış, kökteki sorunu ve kendini tamamlayamamış evrimi, geciktirmeden öteye gidebilecek bir tutum mudur? Evrim insan eliyledir, -ütopyalar güzeldir-; kendiliğinden olduğunu düşünmek tembel bir akıl oyunundan, gelişimden kaçma çabasından başka nedir ki?

Bir kapı gizemli olduğu kadar, hizmet etiği anlamların çoğunun dışında, itici bir yan da taşır. “Buraya kadardır” der kapı. Dışa dönük inşası yapılan her duvar, içeride kalanı da ardındaki dünyadan men eder.

Bir evin duvarı, en masum haliyle görevini ifa ederken, herkesin evi olmuş bir şehrin duvarları, kapitalizmin doğurduğu çekirdek hayatı yüzölçümüne yayar ve bunda bir beis de görmez. İnsanı ayrılma ve ayrıştırma ihtiyacı güttüğüne, ikna eder. Biz neden bu kadar teşneyizdir ikna olmaya? Sonsuz bir özgürlük arzusu içinde olan bizler, bu sonsuzluğun anlamını, bir dur durağı olması gerektiğini düşünür müyüz? Sonsuzluk korkutur... Belki de bizi çığırımızdan çıkaracaktır. Kapalı kutularda büyümüş çocukların, “yaşın geldi artık uç, gökyüzü senin” dendiğinde, mahpusluğu boyunca ona bahsi dahi edilmemiş gökyüzünün ancak bir tasavvuru vardır aklında... Bu sonsuzlukta yüzebilmenin, bir nirengi sahibi olma gereğinin cümleleri kurulmadan, yengeç kıskacında bilgiler ve bilinmeyenlerle büyütülmüşüzdür çünkü. İhtiyacı kadarını seçmek, tokluktur. İnsan, tokluğun duygusunu unutmuş ya da bu duygu ona hiç hatırlatılmamıştır. İnsana, doysa da daha fazlasını istemek salık verilmiştir.

İpini koparan it gibi, kendimizi bir yerden bir yere atma açlığımız, zamanı gelmiş isteklerimizin yasaklanmış, özgürlüğümüzün yanlış tanımlanmış olmasından dolayı değil midir? Böylece, kapital dünya, seve seve duvar ustalarını, miğfersiz birer kahraman olarak tanıtabilmiştir şehirlere. “Bunlar sınırını bilmez” dediklerinde ki “bunlar” bizlerizdir. Korkarız da sınırsızlığımızdan, tanımamışızdır kendimizi. İç görümüzü duymamıza izin verildiği, içgüdümüzün sesinin zarla ve zorla kısılmadığı toplumlarda, etrafa açgözlü danalar gibi saldırmayacağımız ortadadır halbuki. İnsan, kendi sınırını kendi belirleyebilecek düstura sahiptir, ihtiyacını dinleyebilmeyi ve duymayı öğrenirse
İşin en acı tarafı, “N’olur nefsime sahip çık” diye bağıran bir güruhun içinde, çoğumuzun gümbürtüye gitmesidir. Bana akli bir cümle kurulmadığı, benden korkulduğu sürece, içinde mahsur bırakıldığım, sınırları başka bir elden belirlenmiş dünyayı yıkmak isteyeceğim. Duvara karşı söylenen türküler, insanların yüzüne çarpıp geri geldikçe, bilincimizle, öz sesimizle kendimizi dövmeye ve müstahak olduğumuzu düşünmeye devam edeceğiz.

Ben kendi sesimi duymak istiyor, evrimime güvenmeye sırt dayamanın peşinde bir hayat yaşayarak, ahlakımı vicdanımın elinde –sizlerin değil- tutmayı diliyorum. Dağlar, onları aşmama izin verdiği sürece, duvarlara ancak tükürebilir, ya da üstlerinden atlama hakkına sahip olduğumu cemil cümleye bağırabilirim. Çünkü nefsimi muktedirlere teslim edecek kadar haysiyetimi yitirmedim henüz. Nefsim ki, özünde, bulur kendi yolunu. İyisi mi, yoklukla terbiye edilen toplumlara daha çok diş fırçalatın. Belki itaatimiz florür sayesinde az daha artar. Hatta günde dört kere…