Erendiz Atasü yeni romanı Baharat Ülkesi’nin Hazin Tarihi ile okurlarıyla buluştu. Baharat Ülkesi, aslında bize hem çok uzak hem de çok yakın bir ülke... Biz de Türkçe edebiyatın büyük isimlerinden Erendiz Atasü ile yeni kitabını ve bugünlerde yaşadıklarımızı konuştuk

‘Alnımız açık, başımız  dik durmak zorundayız’

DENİZ CAN ERDEM

Erendiz Atasü’nün Baharat Ülkesinin Hazin Tarihi adlı romanı Can Yayınları etiketiyle yayımlandı. Erendiz Atasü, Türkiye tarihindeki kırılma anlarına dair ayrıntılı eserleriyle ince ince ördüğü edebiyatına Baharat Ülkesi’nin Hazin Tarihi’yle önemli bir tuğla daha koyuyor. Erendiz Atasü ile yeni romanını konuştuk.


»Romanınızda Türkiye tarihindeki önemli noktalar yer alıyor. Bu diğer romanlarınızda da karşımıza çıkıyor. Romanlarınızda kurguyu genelde geçmişimizden mi alıyorsunuz, yaşadıklarımız mı şekil veriyor romanlarınıza?

Kimi yazarlar konularını seçmezler; izlekler onları seçer; ben bu gruptanım. Çoğu yapıtın ilk esini okurun kestiremeyeceği kişisel bir acı, bir saplantı, bir ayrıntıdır. Derken devreye yazarın zihin yapısı, birikimi ve düş gücü girer. Bu romanın ilk esini zihnimde beliren ve bir türlü beni terk etmeyen bir imgedir: Masmavi bir gökten masmavi sakin bir denize çakılan uçak görüntüsü! Uçağa çok bindim ve biniyorum ama hep korkarak; hele denizlerin üstünde uçmaktan hiç haz etmiyorum. Muhtemelen bu fobinin sonucuydu, kitapta savaş pilotu kadının intihar sahnesi için kullandığım imge. Sonra, memleketimizin ve dünyanın içinden geçmekte olduğu tahrip sürecinin bende yarattığı süreğen ve şiddetli kaygı devreye girdi. İnsanlığın yüzyıllar boyu emekle, gözyaşı, ter ve kanla kazandığı bütün haklar, dünya çalışanlarının, hepimizin bir bir ellerimizden giderken; bin bir özveriyle kurduğumuz Cumhuriyetimiz ilmek ilmek sökülürken, Leyla Erbil’in unutulmaz yapıtı ‘Kalan’ daki unutulmaz ifadesiyle “nur yüzlü güveler tarafından kemirilirken”, aklını ve vicdanını yitirmemiş kim, olup biteni kayıtsızlıkla seyredebilir? Yaşanan süreçte hem tarihin hem yeni yaşantıların izleri var. Değerli eleştirmen Ayşegül Yüksel benimle ilgili bir çalışmasında yazmanın benim açımdan sorunları anlama sürecinin bir parçası olduğunu kaydetmişti. Çok doğru. İşte sonuçta bu roman çıktı ortaya.

»Romanınızın kahramanı Atatürk ve Gandhi’yi akla getiriyor hemen. Tarihte kahraman olarak görülen isimler. Yaşadığımız dönemde bu ruha sahip insanlara mı ihtiyacımız var sizce?

Doğru, baş kişi Mehta, iki önderi de andırıyor. Dertlerimize derman olsun diye yaratmadım onu. Günümüzün ihtiyaçlarının kestirme bir reçetesi yok ne yazık ki. Atatürk tarihimizin yetiştirdiği en büyük devlet adamı, hiç kuşkusuz. Aynı zamanda büyük bir asker, büyük bir devrimci ve aydınlanmacı bir entelektüel; üzerinde en az durulan yanı da onun bir kültür ve düşünce insanı olması. Özellikle biz kadınlar ona çok şey borçluyuz. Gandhi de elbette tarihin en seçkin insanlarından biri; çok farklı mücadele yöntemleri deneyen seçkin bir devlet kurucusu. Çelişkiler yumağı Hindistan beni etkilemiştir; çok eski ve incelikli kültürüyle, muhteşem ve melez tarihi mimarisiyle, Nobelli fizikçileri ve dağı taşı kaplayan yoksul, yoksun, kara cahil, afyonkeş kitleleriyle! Namı diğer, dünyanın en ‘büyük’ yani en kalabalık ‘demokrasisi’ (!) Sanayi ve Aydınlanma devrimlerine en az 200 yıl geç kalmış kalabalık ülkelerin -Türkiye de onlardan biri-, 20. yüzyıl sonunda, reel sosyalizmin yıkılmasıyla ve neoliberalizm denen gözü doymaz, zalim sömürünün dünyayı ele geçirmesiyle düştükleri açmazı incelemek ve anlayabilmek için iki farklı ülkeden ve birbirinden çok farklı iki ayrı önderden yola çıkmak uygun bir yazınsal ortam hazırladı.

»“Bir bakıma insanların evreni kocaman bir Baharat Ülkesi’ydi. Zaman zaman beliren umutlu dönemler, amansız bir hastalığın kısa iyileşme sürelerini anımsatıyor...” diyorsunuz romanınızda. Bizlerin evreni de ülkemiz ise ‘iyileşme süreci’ hakkında neler düşünüyorsunuz?

Nasıl fanilik karşısında benimsenecek doğru tutum, boş umutlarla oyalanmak yerine, o geçici süreyi anlamlı kılmak için bencilliği azaltıp dayanışmayı çoğaltmaksa, zarar vermekten kaçınıp yararlı bir şeyler üretmeye çalışmaksa, tarihin zor zamanlarında da benzer siyasi düşüncedeki insanlara düşen, kişisel ya da küçük grup megalomanilerinden arınıp dayanışmalarıdır. Üzerimize gelen kötücül dalgaya karşı, birey olarak, en az ödünü vererek alnımız açık başımız dik durmak zorundayız. Bunu kendi onurumuza borçluyuz. Her birey, “Üzerime düşen nedir?”, “Elimden gelen nedir?” sorularına gerçekçi yanıtlar bulmak durumunda.

»Kadın hareketi adına çok önemli bir yazarsınız. Bugün içinde bulunduğumuz zamanda giderek daha mı zorlaşıyor kadınların var olma mücadelesi?

Kesinlikle daha zorlaşıyor. Kadınların özgürlüğü insanlığın hayatına, bir kavram ve eylem olarak, yurttaş eşitliği, emeğin değerliliği, laik toplum düzeni, insan hakları vs. gibi kavramlarla birlikte girdi. Neredeyse köleci toplum düzenine ya da düzensizliğine doğru yönelen günümüz dünyasında elbette kadınlar için her şey daha zor. Günümüzün köleleri, durumlarının bilincine varmalarını engellemeye, onları konumlarında gönüllü olarak tutmaya yönelik, ‘desenformasyon’a, göz boyamaya ve cahilleştirmeye dayanan sersemletici bir görsel-işitsel-eğitsel bombardımana tabi.
Roman bu durumun bir izdüşümünü vermeye çalışıyor. Kahramanımız Berrak Su için de, bu nedenle her şey yaşlılığında daha zor, belki gençliğinde bir direnişçi olarak savaşırken ya da dullar evinde kaderine karşı dururken yaşadıklarından bile daha zor. Ama sonuna kadar pes etmeyecek!

»Romanınızın ana karakteri Berrak-Su güçlü ve savaşçı bir kadın ve aslen batılı. Zoru başaran bir kadın. Berrak-Su karakterini nasıl yarattınız?

Onu, hiç kimseden örnek almadan ama tüm bir yaşamdan esinlenerek yarattım. Kadınlarda belki de, baskı altındaki yetiştirilişleri sırasında karakterlerinde göllenmiş olan direncin sel suları gibi taşmasıyla ortaya dökülen müthiş bir mücadele gücü var. Tüm devrimlerde aktif rol almışlar. Fiiliyattaki etkinlikleriyle orantılı değil tarihteki yerleri. Hiç olmazsa benim hayalimdeki bu tarihte onlardan biri önde olsun istedim. Yalnız bu önde oluş, romanın iç anlamında geçerli; nakledilen toplumsal olaylarda, gerçekliğe uygun olarak, Berrak-Su hep gölgede. Ülkenin önderi Mehta’ya sanayi kalkınmasını neye ve kimlere dayandırması gerektiğine dair fikir verenin bizzat Berrak-Su olduğunu, Mehta’dan başka bilen yok. O da bu bilgiyi kendine saklıyor. Kadınsa aralarında geçmiş o konuşmayı, bambaşka bir yönüyle hatırlamakta…