Althusser’e göre ideoloji, insanlar ile onların gerçek varoluş koşulları arasındaki hayali ilişkiyi temsil eder. Sözgelimi, mevcut sistemin üst yapı kurumlarında rekabetçi ve tüketimci bir yaşam tarzının doğallığı ve meşruluğu vurgusu yapılır. Böylece, birey ile onu sömüren koşullar arasında gerçek olmayan bir ilişkinin kurulması sağlanır. Modern bir ideoloji olarak ‘kapitalizm’ söz konusu hayali ilişkinin temsilidir.

Althusser’in ve ideolojinin zamansızlığı-I

Murat Müfettişoğlu

Gerçekten de, insanlar bildiklerindense bilmeyip anlamadıkları şeylere inanırlar

Ulus Baker

Varlıkların ilişkisinde ‘denklik ve bütünlük’ ilkelerini gözeten ‘etik’ kavramı ile bahse konu ilişkiler ağının kurulumunun yöntemi olan ‘politikanın’ birliği meselesi felsefenin uğraklarından biridir. Kimi filozof bu birliği ‘uğrak’ değil bir “son durak”, yani gerçekleştirilmesi gereken bir ‘hakikat’ olarak ele alır. Spinoza o filozoflardan biridir, ancak herhangi bir hedeften söz etmez; sadece, hakikatin ‘denklik ve bütünlük’ ile ilişkili olduğuna dair ikna edici kanıtlar sunar.

Yaşamda ‘denklik ve bütünlük’ hakikatini gözetmek, bu hakikatle uyumsuz bir yaşamı değiştirmeyi gerektirir. Gereklilik yerine getirilmezse -başta insan- bütün canlıların varlığı tehlikeye girer. Marx, ‘Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumlamışlardır; oysa sorun onu değiştirmektir’ demekle kalmamış, değişimin nasıl mümkün olacağını da açıklamıştır. Bunun için altyapı ve üstyapı kavramlarından yararlanır. Altyapı, toplumdaki üretim ilişkilerine karşılık gelir ve bütün bir üstyapıyı, yani devleti, devletin aygıtlarını, hukuku, dini, sanatı, edebiyatı, aileyi, kısacası kültür olarak
adlandırdığımız değerler bütününü belirler, bunlar da üretim ilişkilerinin yeniden üretiminde etkin rol oynar. Dolayısıyla altyapı ile üstyapı arasında kesintisiz, karşılıklı bir etkileşim vardır. Hal böyleyken, kapitalist üretimin ve mülkiyet ilişkilerinin hâkim olduğu bir toplumun eğitim kurumlarında varlıkların ‘denkliğinden ve bütünlüğünden’ söz edilmesi, bunlarla ilgili pratiklerin yapılması beklenemez. İnsanın ayrıcalığının ve üstünlüğünün altını çizen hümanist söylemlerse, iş insanlar arasındaki eşitsizliğe ve bölünmüşlüğe gelince kesiliverir. Sonuç olarak toplumsal ve kültürel yaşamın değişimi -büyük ölçüde- altyapının(üretim ilişkilerinin) değişmesine paralel gerçekleşir.

Yaşamın değiştirilmesi gerektiğini söyleyen filozoflar eleştirel düşüncenin aktif alanında barınırlar. Eleştirel düşünceye katkı sunmaları kader birliği yaptıkları düşünceleri/düşünürleri sayısız değişkenler ve olanaklar karşısında yeniden var etmelerine bağlıdır(alt etmek son çaredir). Bunun için ilgili düşüncelerle/düşünürlerle bağ kurmaları, kuracakları bağın da eklektik değil yapısal olması gerekir. Fransız düşünür Louis Althusser, Marx’ın düşünceleriyle bu tarz bir bağ kurmayı denemiştir.
Değerli akademisyen ve muhalif yazar Taner Timur, Felsefi İzlenimler adlı kitabının Althusser bölümüne şu ifadelerle başlar: ‘1960’ların ikinci yarısında başlayan ve 16 Kasım 1980’e kadar süren dönemde Fransa’da Marksizm tartışmaları büyük ölçüde Althusser tartışmaları haline gelmişti… 16 Kasım 1980’de ise ünlü Fransız filozofu karısını öldürmüş ve düşünce tarihinde benzeri pek bulunmayan bir dramın kahramanı haline gelmişti. Ve o zamana kadar entelektüel çevrelerde dillerden düşmeyen bir isim birdenbire “tabu” olmuş, adeta belleklerden silinmişti.’ 1

Bir başka muhalif yazar Gün Zileli ise, ‘1960’lı ve 1970’li yıllarda Althusser’in, Sovyetler Birliği’nin dogmalaştırılmış sosyalizm anlayışını el kitabı haline getiren Kuusinen gibi parti bürokratlarının reçetelerinin dışında yeni yollar arayan kuşaklar için büyük önem taşıyan bir isim olduğunu’ yazarak filozofun dönemsel popülaritesini gerekçelendirmiştir. 2

Althusser’in çabalarının Marx’ı yeniden var etmeye yönelik olduğunu, Marksizmin kurumsallaştırılmış sürümlerine kuşkuyla bakılmasına vesile oluşundan ve entelektüel (sol) camiada yarattığı heyecandan anlıyoruz. Bu çerçevede bilimsel ve konjonktürel bir gereği yerine getirmiş, en azından bunu denemiştir. Çabaları, II. Dünya Savaşı sonrası özgürlük taleplerinin yükseldiği Fransa’da ve pek çok ülkede yankı uyandırmıştır. Başarısı ya da başarısızlığı tartışılabilir, lakin art niyetli olduğunu öne sürerek düşüncelerini gömmek -eleştirel düşüncenin aktif alanıyla çelişeceğinden- etik olmaz. Etik olmayan tutumlarsa -varlıkların denkliğini ve bütünlüğünü göz ardı edebildiklerinden- politik ol(a)mamak gibi bir açmaza sahiptir. Dolayısıyla mücadele ettikleri şeye (her ne ise) zımni destek sunarlar, dahası zamanla o ‘şeyin’ kendisine dönüşürler.

Eleştirel düşüncenin aktif alanında kalmak, eleştiri kavramına içkin olan ‘tez-antitez-sentez’ dizgesini sürdürmek ve oluşan dokunun canlı kalmasını sağlamak demektir. Sosyal ve kültürel yaşam bu sayede dönüşür, bilinç bu sayede güçlenir. Her yeni düşünce aslında bir ‘senteze’ karşılık gelir. Sentez düşüncenin upuygunluğunu ve işlevselliğini tartışmadan dışlama refleksi gösteren yaklaşımların kendileri dışlanır ve mutlağın/statükonun pasif alanına sürüklenirler. Dışlanmadıklarındaysa eleştirel alanın canlı dokusunu bulundukları noktadan itibaren kurutmaya başlarlar. (Dışlanma, biyolojik evrimdeki ‘doğal seçilime’ benzetilebilir. Doğal seçilim; çevreye uyum konusunda daha elverişli özelliklere sahip organizmaların, elverişli özelliklere sahip olmayan diğer organizmalara göre yaşama ve üreme şanslarının daha yüksek olması ve bunun sonucunda genlerini yeni kuşaklara aktarabilmeleri yoluyla işleyen evrimsel mekanizmadır).

O veya bu sebeple kendi kendini frenleyen bir düşünce dizgesi de eleştirinin aktif alanından mutlağın/statükonun pasif alanına kayar; kesinliklerden, kavramlardan, mitlerden, imgelerden teşekkül bir ‘ideolojiye’ dönüşür. Althusser’in ifadesiyle, (sınırsız) teorik işlevin yerine (sınırlı) pratik-sosyal işlev geçerek bilimden, bilimsellikten kopar. Buna rağmen Fransız düşünür ideolojiye karşı değildir; kimi ideolojilere karşıdır. Onlardan ikisi; hümanizm ve historisizmdir(tarihselcilik). Hümanizm, üretim ilişkilerinin sonucu olan somut insan gerçeği yerine soyut bir insan(özne) tahayyülünden hareket eder. Historisizm ise, her şeyi tarihe indirgeyerek özerk teori gereğini reddeder.

Althusser’e göre ideoloji, insanlar ile onların gerçek varoluş koşulları arasındaki hayali ilişkiyi temsil eder. Sözgelimi, mevcut sistemin üst yapı kurumlarında rekabetçi ve tüketimci bir yaşam tarzının doğallığı ve meşruluğu vurgusu yapılır. Böylece, birey ile onu sömüren koşullar arasında gerçek olmayan bir ilişkinin kurulması sağlanır. Modern bir ideoloji olarak ‘kapitalizm’ söz konusu hayali ilişkinin temsilidir. Benzer şekilde, bir başka üst yapı kurumu olan kilise/diyanet vb. de ahirete yönelik yaşam tarzının doğruluğunun altını çizer. Bu sayede birey ile dünyevi yaşam arasında gerçek olmayan bir ilişkinin kurulmasını sağlar. Geleneksel bir ideoloji olarak ‘din’ o hayali ilişkinin temsilidir. Velhasıl kapitalizm ve din, kullandıkları dil ve telkin ettikleri pratikler yoluyla somut bireylerin soyut özneler olarak yapılandırılmasını sağlayan iki baskın ideolojidir ve birey üzerindeki etkileri ölünceye kadar yinelenir. Devam etmek dileğiyle...

1 Taner Timur, Felsefi İzlenimler,
İmge Kitabevi, 2005

2 http://www.gunzileli.com/2005/04/01/althusser-uzerine

cukurda-defineci-avi-540867-1.