Sezonun başlamasına az kaldı. Fikstür bile çekildi. Fakat spor gazetelerini ve gazetelerin spor sayfalarını ve hatta spor yazarlarını dahi okusanız bahsedilen tek şey transferler. Yabancı sınırının kalkmasıyla yer gök transfer bombalarıyla doldu. Takım kadroları balık istifi, formalar karne ile dağıtılacak neredeyse. Yıldız futbolcuların kadroda yer bulup bulamayacağı konuşuluyor. Allahtan taraftar olarak sürekli değişen kadrolara, bir sezon oynayıp adını ezberleyemeden gönderilen oyunculara, takım kuramadan yolların ayrıldığı hocalara alışkınız da bu transfer haberleri başımızı döndürmüyor.

Altyapının önemi hep konuşulur. Takıma faydası, ülke futbolunu geliştirmedeki yeri, ekonomik olarak kulübü kalkındırması ve tabii ki ülkenin gençlerine fırsat tanınması. Hakkını yemeyeyim elbette altyapıdan hiç futbolcu yetişmedi değil. Hatta buyrun Arda ve Enes gibi Avrupa’ya yolcu ettiğimiz oyunculara altyapı ürünüdür. Gel gelelim biz nerede yanlış yapıyoruz bilmem pek de başarılı olduğumuz söylenemez futbolcu yetiştirmekte. “Teknik direktör olmak için fazla mı zekiyim? Hiçbir zaman yeterince zeki olamazsınız.” diyen başarılı hoca Arsene Wenger futbolcu yetiştirmenin önemine hep vurgu yaptı. Ekonomi mezunu olmasının avantajını futbolda da kullanan Fransız’ın, bir teknik adamın görevinin takımı şampiyon yapmak kadar para kazandırmak da olduğunu savunmasına hep hak vermişimdir.

Geçen gün çok sevdiğim belgesel “Class of ‘92”yu yeniden izledim. Her seferinde farklı yerlerine takıldığım muhteşem bir belgesel. Genel olarak 92 sezonunda altyapıdan A takımına yükselen altı futbolcunun hikayesi: David Beckham, Gary Neville, Nicky Butt, Paul Scholes, Phil Neville ve Ryan Gigs. Bırakın işin futbol tarihi kısmını sadece Eric Cantona’nın Beckham ile aynı sahada oynadığını hatırlamak için, Gigs’in aslında ne kadar eğlenceli bir adam olduğunu görmek için, İngiltere Eski Başbakanı Tony Blair’in yorumlarını dinlemek için, Beckham’ın Old Trafford’daki ilk golünü Galatasaray’a attığı anı duymak için bile izlenir. Öyle belgesel sıkıcılığında da değil, gayet eğlenceli. Özellikle Cantona’nın “Ben oynarken Gigs takımdaydı, ben bırakalı on yıl oldu Gigs hâlâ oynuyor” cümlesi; Beckham’ın hoca takımdan kesecek diye odamda koridordaki ayak sesini korkuyla dinlerdim demesi üzerine Gigs’in “Ben kaçardım, seni bulamazsa takımdan da kesemez değil mi?” demesi insanı gülümsetiyor.

Belgeseli izlerken bu yıldızların altyapı hikâyesine de tanıklık ediyorsunuz. Nasıl yetiştikleri, nasıl arkadaşlıklar kurduklarını, kulübe nasıl sadık olduklarını ve ritüelleri. Birbirlerine yaptıkları eşek şakaları var ki insanı epey düşündürüyor. Takım arkadaşlarını ıssız odalara kitlemeler, endüstriyel çamaşır kurutucularına koyup makineyi çalıştırmalar, odalarına ve yataklarına bıraktıkları yabancı maddeler... Minyon bir çocuk olduğu için en çok da Scholes almış nasibini bu şakalardan. ‘92 mezunları bu şakaların onları daha güçlü yapmak yolunda işe yaradığını söylüyor. Butt, “Şakalar yapıldığında arkadaşlarınız önünde yeterince aptal durumuna düşüyorsunuz. Böyle olunca da sahada top ayağınızdayken aptalca bir şey yapacağınızdan korkmuyorsunuz.” diyor. Phil Neville, “Çok korktum, çok ürktüm ama yapılan her şey beni güçlendirdi. Şimdiki nesilde bu eksik.” demesine rağmen aynı fikirde olmayan tek kişi Beckham. Kendilerinden sonra bu ritüellerin kalktığını çünkü yanlış olduğunu söylüyor. Çok uzun zaman kullanılan yatılı okul mantığının insan psikolojisi üstünde kötü etki yaptığına eminim ama işe yarayan tarafları olduğunu da yatsımamak gerek.

Yetiştirme modele katılın ya da katılmayın altyapıdan çıkan altı gencin takımın kaderini değiştirdiğine tanık olunca durup yeniden düşünüyorsunuz. Nerede, ne olmuyor da sürekli transfer, sürekli havaalanı karşılamaları, sürekli bir yıldıza bel bağlamakla geçiyor ömrümüz. Hep dışarıdan almayıp biraz da alttan almak mümkün değil mi? Aynı sezon altı yıldız çıkmasa da altı sezonda bir yıldız çıkmaz mı her takımdan?