Che’ye ve temsil ettiği değerlere karşı nefretini sürekli büyüten, ideolojik bir arka plan var Meclis Başkanı Kahraman’ın

“Amerikan İslam’ı,” İsmail Kahraman, Che

BEHLÜL ÖZKAN
Yrd. Doç. Dr., Marmara Üniversitesi

Son aylarda sosyal medyada Che Guevara’nın 1959’daki Suriye ziyaretinin görüntüleri paylaşıldı. Che, Küba Devriminin tamamlanmasından hemen sonra Endonezya, Mısır, Sudan, Fas, Pakistan gibi ülkelerini de içeren seyahatinde Şam’a uğrayarak Emevi Camiini ziyaret ediyor. Che’nin amacı devrime karşı oluşacağını öngördüğü Amerikan baskısını göğüslemek için, Bağlantısız Blokta yer alan ülkelerle Küba arasında diplomatik ilişki kurmaktı. Yine geçtiğimiz günlerde Meclis Başkanı İsmail Kahraman’ın Che’ye ilişkin sözleri gündem oldu: “Che 39 yaşında öldürülen, bizzat kendisinin infazlar yaptığı bir katil kişilik… Bir gerilla. Bolivya’da, Küba’da, Güney Amerika’da faaliyette bulunan bir eşkıya benim liseli gencimin yakasında, göğsünde olamaz.” Soğuk Savaş’ın ardından çeyrek asır geçmesine rağmen, dünyada artık kült haline gelmiş Che’ye karşı Kahraman’ı haykırırcasına isyan ettiren bu öfkenin nedeni ne? Önde gelen ülkücülerden Mehmet Gül bile, MHP milletvekili olarak 2000 yılında Küba’ya gidip Che şapkası giyerken, Kahraman’ın Che nefreti neden dinmiyor? Bunun bir sebebi; Kahraman’ın Che’ye yönelik “katil” ve “eşkıya” kelimelerini, memleketi Rize’de ilk kez düzenlenen Fetih Kutlamasında sarf ediyor olması. Zaten konuşmanın devamında Kahraman’ın belki de bilinçaltı dışa vuruyor. “Benim kendi tarihim ve insanlarım var. Onlarla övüneceğim. Garip. Fatih’i Dünya tanıyacak ama Türkiye tanımayacak.” 1967’de Milli Türk Talebe Birliği’nin (MTTB) başkanı olur olmaz Fetih gününü, Fetih haftası kutlamasına çeviren Kahraman’ın, yarım yüzyıl sonra yaşadığı derin bir hayal kırıklığı belli ki ona “garip” dedirten. Che’ye ve temsil ettiği değerlere karşı nefretini sürekli büyüten, ideolojik bir arka plan var Meclis Başkanı Kahraman’ın.

“Amerikan İslam’ı”

Her İslamcının başucunda duran kitapların yazarıdır Seyyid Kutub. Ancak 1952’de Mısır’da el-Risala dergisine yazdığı bir makalesi, sakıncalı görüldüğü için olsa gerek, 1980’lere kadar ısrarla Türkçe’ye çevrilmedi: “Amerikan İslam’ı” (Arapça başlığı: İslam Amrikani). Soğuk Savaş’ın henüz başındayken Kutub, Ortadoğu’da İslamcılığın komünizme karşı mücadelede ABD tarafından nasıl kullanıldığına dikkat çekiyordu: “Amerikalılar ve müttefikleri bu günlerde İslam’la çok ilgileniyorlar. Dokuz yüz yıldan fazla bir süredir savaşmış oldukları İslam’a, şimdi, Ortadoğu’da kendileri adına komünizme karşı savaşsın diye ihtiyaç duydular… Amerika ve müttefiklerinin Ortadoğu’da istedikleri İslam, emperyalizme karşı direnen ya da zulme karşı savaşan türden bir İslam değildir. Onların istedikleri İslam, sadece komünizme karşı direnen türden bir İslam’dır.”

Abd-Suudi Arabistan arasında “derin” bağlantılar

Kutub’un 1950’lerde, ABD ve Ortadoğu’da en yakın müttefiki olmaya hazırlanan Suudi Arabistan arasında başlayan yakınlaşmayı fark etmesi üzerine bu satırları kaleme aldığına şüphe yok. 1950’de ABD’li üst düzey diplomat George McGhee, Suudi Kralı İbni Suud’un “komünizme karşı güçlü şekilde mukavemet etmeye” hazır olduğunu rapor ediyordu. Suudi Kralı ABD’yi de uyarıyordu: Eğer Ortadoğu’da komünizm güçlenmeye devam ederse, Irak ve Mısır da tıpkı Çin gibi düşer (McGhee’nin 1952-53’te ABD’nin Türkiye büyükelçisi olduğunu hatırlatalım). Yine 1951 yazında, Suudi Arabistan’da bulunan Albay William Eddy (Arap-Amerikan Petrol şirketi Aramco ve CIA’de de görev almıştı), Kral İbni Suud’un komünizmin yayılmasına karşı “Hristiyan ve Müslümanların” ortak hareket etmesi gerektiğini söylediğini bildiriyordu. Bu ittifak çağrısı kapalı kapılar ardında yapılan konuşmalarla sınırlı değildi. 19 Mart 1950’de Suudi veliaht prensi, New York Times gazetesine “komünizme karşı ortak Hristiyan-İslam savunması” kurulması gerektiğini söylüyordu. Suudilerin çağrıları cevapsız kalmadı. ABD başkanı Eisenhower 1956’da günlüğüne Nasır liderliğinde yükselen Arap milliyetçiliği ve sosyalizme karşı, potansiyel “rakip olarak benim tercihim Suudi kralıdır” diye yazıyordu: “Arabistan Müslüman dünyasının kutsal mekânlarının bulunduğu ülke ve tüm Arap gruplar içinde en dindarı olarak değerlendiriliyor. Bu nedenle [Suudi] kralı ruhani lider olarak yetiştirilebilir.” Tüm bunların farkında olan Seyyid Kutub İslamcıları 1952’de uyarıyordu: “Amerikalılar ve müttefikleri Ortadoğu’da bir ‘Amerikan İslam’ı’ istiyorlar. Her tarafta bir İslam dalgalanması olduğu bu yüzdendir. Mısır basını İslam’dan söz ediyor… Profesyonel din adamları güç, prestij ve önem kazandı. İslam ve komünizm konularında büyük ödüllü makale yarışmaları düzenlendi. Ancak bu kadar insandan hiç biri, komünizmle savaştığı gibi emperyalizmle de savaşan bir İslam’dan söz etmiyor.” ABD Soğuk Savaş şartlarında Mısır, Suriye, Irak, Afganistan gibi Sovyet blokuna yakın duran ülkelerin geniş toplumsal kesimlerine ulaşabilmek için, Suudi ittifakına sarıldı. Suudi Arabistan’da bulunan kutsal mekânları her yıl ziyaret etmek için İslam dünyasının dört bir yanından gelen yüzbinlerce kişi olduğu düşünülürse, ABD’nin Suudi potansiyelini değerlendirmek için neden harekete geçtiği anlaşılır. Medreseler, cemaatler, din adamları; ABD ve Suudilere İslam dünyasının kılcal damarlarına kadar girme olanağı sunuyordu. Dini kurumlar üzerinden Suudi liderliğinde oluşturulacak İslamcı örgütlenme, komünizme karşı verilen ideolojik savaşta oldukça etkili olacaktı. Bu amaçla 1962’de Hac döneminde, Mekke’de Rabıta olarak bilinen Dünya İslam Birliği kuruldu. Birliğin kurucuları arasında, Siyasal İslam’ın Türkiye’de Suudi etkisinde yayılmasında önemli görevler üstlenen Salih Özcan da vardı.

MTTB: “Gerici hareketin vurucu kuvveti”

19 Mart 1968’de Ant dergisinde dönemin Milli İstihbarat raporlarından dayanılarak yayımlanan dosyada, Suudi Arabistan tarafından Türkiye’de desteklenen “Müslüman Kardeşler” örgütlenmesi şu şekilde anlatılıyor: “Müslüman Kardeşler, İlim Yayma Cemiyeti’nin himayesinde şeriatçı düzenin kadrosunu hazırlarken, bir yandan da devlet sektöründe çeşitli kilit noktaları ele geçirmekte, bu arada sağcı dernekleri de kontrolüne alarak gerici hareketin vurucu kuvvetini meydana getirmektedir.” Dosyada bu dernekler içinde gösterilen MTTB’nin o zamanki başkanı İsmail Kahraman’dı: “Milli Türk Talebe Birliği de birkaç yıldan beri ümmetçilerin kontrolü altındadır.” Rabıta’nın yayınladığı “İslamcı Eylem Örgütleri Dünya Rehberi” başlıklı kitabın, Türkiye’de “Rabıta Ofisleri ve Temsilcileri” listesinin en üstünde yer alan kurum MTTB’ydi. Dahası İsmail Kahraman, 1972’de cemiyetten vâkıfa dönüşecek İlim Yayma Vakfı’nın kurucularındandı.

İslamcılığın hiç solmayan gülü: İsmail Kahraman

amerikan-islam-i-ismail-kahraman-che-181883-1.

Seyyid Kutub’un “Amerikan İslam’ı” olarak tanımladığı örgütlenmenin Türkiye ayağının nadide çiçeklerinden biri İsmail Kahraman. Son yarım yüzyılda Meclis Başkanlığına kadar uzanan yükselişi ve hiçbir zaman ödün vermediği sol nefreti dikkate alınırsa, İslamcılığın hiç solmayan gülü olarak da tanımlanabilir. 1967-69 arasındaki başkanlığında misyonu, MTTB’nin “imanlı” çizgiye çekilmesiydi. Bunu başkanlığa gelir gelmez MTTB’nin yayın organı Milli Gençlik dergisinde yayımlanan yazısında vurguluyordu: “Cumhuriyet neslinin noksanlığı ve gençliğimizin tedavisi elzem, umumi bir hastalığı vardır. Bu da ‘manevi açlık’tır.” 26 Mayıs

1967’de, Fetih haftasında, devleti uyarmayı görev biliyordu Kahraman: “Aşırı akımlara karşı, idarenin yumuşak davrandığını belirtmek isterim… Bu gibi sapıklıklar susturulmalıdır. Aksi halde gençlik olarak biz harekete geçip susturmasını biliriz. Aşırı Sol’un, Komünizmin tertip ve oyunlarına bigâne kalınmamalıdır.” İsmail Kahraman bir yandan kullandığı söylemi sertleştirirken, diğer yandan da harekete geçmekte vakit kaybetmedi: “Milli düşman olan komünizm’in uşaklığını yapan, ağzı salyalı itler ufak sürüler haline gelme ve temel nizamımızı tehlikeye sokma heves ve arzusundadır… Bu fikirlere Türkiyemizde yer ve imkân vermeyeceğiz, bu yolda yürümek gözü karalığını gösterecek beyinsizleri ezeceğiz.” Bu nefret söylemi sadece solcularla sınırlı kalmadı. Azınlıklar da payını alıyordu Kahraman’dan: “Rum, Yahudi, Ermeni azınlığı Türk ticaret piyasasının sülükleri halinde iktisadiyatımıza çullanmış bulunuyorlar.” MTTB başkanlığından bugüne kadar hiçbir zaman ABD’yi, NATO’yu, Suudi Arabistan’ı hedef almadı. Dahası Amerikan 6. Filosunun İstanbul’a gelişi sonrasında düzenlenen protestoları “Türkiye’yi komünistleştirmek planında bir adım olarak” değerlendirip karşı çıktı. Nikos Kazancakis’in “Ya Hürriyet ya Ölüm” kitabını bir basın toplantısında üzerine gaz döküp yakarken de hep aynı gerekçeyi öne sürüyordu: “Türklük aleyhine propaganda yapan bu kitabın piyasada kalmasına müsaade etmiyeceğiz.”

Hiç ödün vermedi bu çizgisinden İslamcıların İsmail “abisi.” Milim sapmadı duruşundan. 30 yıl sonra Refahyol hükümetinde bakan olduğunda da aynıydı. Kâh “evrensel ve hümanist düşünceler milli duyguları ortadan kaldırdı” dedi kültür bakanı olarak, kâh 21. Yüzyılın bilgi değil inanç çağı olacağını iddia etti.

“Garip” mi?

İsmail Kahraman siyasi kariyerinde yavaş yavaş tırmanırken; aynı dönemde Cumhuriyet gazetesinde İlhan Selçuk, Aramco sermayesiyle Rabıta üzerinden Suudi Arabistan’ın örgütlediği İslamcılığa karşı sayısız yazı kaleme aldı. Bunların en çarpıcılarından biri 8 Mayıs 1969’da “Mürteci [Gerici] ile Müslüman” başlığını taşıyor. “Türkiye’de bir ucu Suudi Arabistanına, öteki ucu yabancı petrol kumpanyalarına dayanan irtica” sorununun altını çizen İlhan Selçuk’a göre gericilikle hesaplaşılmasının zamanı gelmişti: “Tefecinin, faizcinin, haramzadenin, kompradorun, mütegallibenin hizmetinde kutsal İslamı politikaya alet eden mürteci karşısında gerçek Müslümanı bulamazsa Türk Müslümanları Müslümanlıklarından utanmalıdır.” Aradan geçen yarım asırda bu uyarıları kaleme alan İlhan Selçuk Mart 2008’de 83 yaşında Ergenekon Operasyonunda gözaltına alırken, 75 yaşındaki İsmail Kahraman frağını kuşanarak 2015’te meclis başkanlığı koltuğuna yerleşti. Son dönemde dillerde pelesenk olmuş bir üst akıl varsa, sizce kime yürü ya kulum demiş, yarım asır geçse bile hiç unutmadan kimle hesabını görerek demir parmaklıkların ardına göndermiştir? İsmail Kahraman’dan esinlenerek soralım: “Garip” mi? Bence hiç değil.