Amerikan Rüyası ve Rüyanın Ölümü (Amerikan Kabusu)

Seda Ünsar

Sinema tarihinde geçtiğimiz yüzyılın son başyapıtı olarak anılan Mulholland Drive (Mulholland Çıkmazı), “Los Angeles’la ilgili içkin bir hakikati dile getiren”, bilinen klasik anlamda ardışık zaman, mekan ve hikaye anlatımını reddeden, gerçekle hayalin karışmasının metaforik bir temsili olarak düşünülebilir. Dolayısıyla, ilk izleyişte anlaşılması en zor filmlerden biridir. Filmi anlayabilmek için David Lynch’in bir röportajda söylediklerini ve kendine has temel bir karakter özelliğini hatırlayabiliriz. Sıradanlığın dışında çok farklı bir dünyada ve çok farklı bir anlatı peşindedir David Lynch.

Röportajı yapan Rodley, filmde apaçık birtakım ipuçları olduğunu fakat Lynch’in bazı görüntü ve ses göstergeleriyle seyirciyi şaşırtmaktan ya da seyirciyle “alay etmek”ten zevk aldığını söylediğinde, Lynch buna karşı çıkarak “Bu seyirciye asla yapılmaz. Bir fikir gelir aklınıza ve o fikrin istediği yönde yolu açarsınız. İpuçları güzeldir çünkü ben hepimizin detektif olduğuna inanıyorum. Biz şeyler üzerine düşünürüz ve bir şekilde olayları çözeriz. İnsan zihni şeyleri tutar ve göstergelerle bazı sonuçlar oluşturur. Müzik gibi. Müzik başlar, bir motif gelir, sonra gider, sonra tekrar geldiğinde, daha önce olandan ötürü çok daha harikadır” diyor. Mulholland Çıkmazı’nı yazarken hikayenin nereye gittiğinden dahi çok da emin olmadığını söylüyor. “Bazen bir fikir aklınıza gelir ve siz de diğer herkes kadar şaşkınsınızdır”.

Lynch’in sözlerini ve filmlerini, sanatçı eserlerine kendi ruhunu taşıdığı için, her türlü kontrolden nefret ettiğini hatta tiksindiğini göz önünde bulundurarak değerlendirmek gerekir. Blue Velvet (Mavi Kadife) başta olmak üzere, diğer filmlerinde de “insanların kontrol edilmesi durumu”nu işlediği gibi, Lynch’in sinema kariyeri boyunca filmlerinin bu duruma karşı giderek sürrealleştiğini söyleyebiliriz. Kendisini apolitik olarak tanımladığı ve mümkün olan en az devlete inandığını ifade ettiği özel hayatında da, her türlü kontrole karşı hissiyatını görmek mümkün. (Amerikan politik hayatında Demokrat ve Cumhuriyetçi ayrımında) bir Demokrat olduğunu söylerken Lynch, aynı zamanda Demokratlar’dan hoşlanmadığını çünkü bir sigara içicisi olduğunu ve Demokratlar’ın sigara içilmesi karşıtı birtakım kurallar yarattığını da söylemiştir. Mulholland Çıkmazı’ndaki metaforik temsilde de, David Lynch’in kontrol ve otoriteye karşı bir tiksinti olarak özetlenebilecek ve temel bir karakter özelliği olarak değerlendirilebilecek bir özgürlük anlayışı hakim. Aslında Lynch filmlerinin büyük, insani bir duruma işaret etmeden kişisel bir tragedyada kalan halinin, anarşist fakat toplumsal değil bireysel bir özgürlüğe de işaret ettiği varsayılabilir çünkü Lynch’in özgürlük anlayışı, bir Amerikalı için daha anlaşılır ve beklenilir olan, toplumsallıktan uzak bireysel bir anarşizmle örtüşür ki Lynch bu örtüşmeyi apolitiklik olarak tanımlıyor.

Mulholland Çıkmazı kişinin kendi anıları, duyguları, düşünceleri, benliği ve tüm bunların oluşturduğu kimliğinden kopuşu üzerine bir film ve bu kopuş film boyunca Lynch tarafından travma, rüya ve bilinçaltı üzerinden işleniyor. Filmde, defalarca izlendiğinde ancak anlamlandırılabilen birçok ipucu içinde en tutarlı, sabit ya da göze batanı, mavi ve kırmızı rengin kullanımı: Kırmızı umutların gerçeğe dönüştüğü, canlı ve tutkulu Rüyayı, mavi ise umutların hayalkırıklığı duvarına çarparak parçalandığı, soğuk ve trajik Gerçeği temsil ediyor: Hollywood/Los Angeles üzerinden işaret edilen Amerikan Rüyası ve Gerçeği (ya da Kabusu).

Filmde baş karakterin Betty adıyla karşımıza çıkan hali, gelecekten ve kendisine getireceği büyük şöhretten umutlu, aptal denebilecek kadar naif, su götürmez bir oyunculuk yeteneğine sahip ve bu yetenekle bütün kapıların önünde (ideal bir dünyada olması gerektiği gibi) hızla ve dayanılmaz bir biçimde açıldığı Amerikan Rüyası’nı temsil ediyorken; aynı karakterin Diane adıyla karşımıza çıkan hali, Rüyanın Ölümü’nü, soğuk, karanlık ve korkunç bir gerçekliği, Amerikan Kabusu’nu temsil ediyor.

Film Betty’nin “Kanada’ya film çekmeye gitmiş teyzesi”nin Los Angeles’taki evine yerleşmesiyle açılıyor. (“Kanada’ya film çekmeye gitmek”, film dünyası jargonunda ölümü temsil eder. Diane’in bilinçaltında, olmasını istediği umut dolu gerçeklik olarak ortaya çıkan rüyada, ölüm de, bu şekilde yumuşatılmış). Aynı anda, Mulholland Çıkmazı’nda geçirdiği kazadan sonra hafızasını kaybeden cazibeli, esrarlı ve savunmasız bir kadın, Betty’nin teyzesinin evine sığınıyor ve kadınla Betty tutkulu bir aşk yaşamaya başlıyorlar. Betty korunmasızlığı adını bile hatırlayamayışıyla ortaya konan bu gizemli kadının gerçekte kim olduğunu bulmasına ve başına ne geldiğini öğrenmesine yardım ederken, bir evde yatağında öldürülmüş, üzerinden uzun süre geçtiği için cesedi çürüyerek tanınmaz hale gelmiş bir kadın buluyorlar. Betty Hollywood kariyerinde başarıyla ilerleyen asıl karakterken, banyodaki Gilda posterinden etkilenerek adının Rita olduğunu söyleyen gizemli kadın, Betty’ye aşık, uysal ve ikinci planda bir karakter.

Fakat filmin sonlarına doğru, gerçeği tüm trajedisiyle temsil eden, film boyunca birkaç kez gördüğümüz Mavi Kutu ve film boyunca iki kez karşılaştığımız, Winkies’in (zincirleme restoran) arkasında karşımıza çıkan canavarımsı, hayli korkutucu bir evsiz, bize Betty’nin bu mutlu hayatının bir rüya olduğunu söylüyor. Bu iki metafor, aynı zamanda Diane’nin içine düştüğü ihanet, kıskançlık ve umutsuzluk çukurunu ve içindeki karanlığı temsil ediyor. Böylece izlediğimiz iki saatlik bölümün, kendini Betty olarak hayal eden Diane’nin rüyası olduğu karanlık gerçeğine uyanıyoruz. Diane’nin bilinçaltının, gerçek hayatta rastladığı önemli veya önemsiz karakterleri, tıpkı Lynch’in etkilendiğini bizzat söylediği Wizard of Oz (Oz Büyücüsü) filminde Dorothy karakterinin rüyasında olduğu gibi, bu rüyanın bir parçası haline getirdiğini fark ediyoruz. Dahası, Diane’in Hollywood serüveninin, hak ettiği şöhret yerine, dehşetli bir yalnızlık ve başarısızlıkla sonuçlandığını ve aşık olduğu kadının (rüyada Rita, gerçekte Camilla) kendisinin hak ettiği şöhretli hayatı (arada sırada Diane’e de bazı filmlerde bazı küçük roller verdirerek) yaşarken, ünlü bir film yönetmeniyle evlenme kararı alıp onu terk ettiğini anlıyoruz. Hatta, Diane’nin tüm bu hayalkırıklığı dolu travmalarla ve aşık olduğu kadını kaybetmeyle baş edemeyip Camilla’yı öldürtmek için bir kiralık katil tuttuğunu ve katilin iş tamamlandığında Diane’e Mavi Anahtarı masasının üzerinde bulacağını söylediğini anlıyoruz. Rüyasında vicdan azabının bir yansıması olarak bilinçaltının beceriksizleştirdiği katil, gerçekte işinin ehli çıkıyor. Diane’in böylece uyandığı sert, soğuk ve acımasız gerçek, bu Mavi Anahtarla temsil ediliyor.

Diane bu andan itibaren sonu intiharla biten son bir ruhsal çöküntü yaşamaya başlıyor. Rüyasında uçakta tanıştığı, tatlı tatlı sohbet ettiği, onu yeni hayatına umutla yolcu eden yaşlı ve tatlı çift (ki çiftin rüyada Betty’den ayrıldıktan sonra bindikleri taksideki ürkütücü kahkahalarının, Betty’nin hüsranla bitecek hikayesine bir gönderme yaptığını da düşünebiliriz) iki küçük minyatür şeklinde, kapısının altındaki boşluktan içeri girerek, giderek büyüyüp normal insan boyutlarına ulaşarak ve deliler gibi gülerek üzerine yürüyor ve Diane başucu çekmecesinde tuttuğu silahı ağzına sokarak tetiği çekiyor. Bu anlamda, rüyasında kendi ölümünü gördüğünü de söyleyebiliriz. Bu, aynı zamanda, Rüyanın da Ölümü.

“Bazen bir fikir aklınıza gelir ve siz de diğer herkes kadar şaşkınsınızdır”. David Lynch’in Mulholland Çıkmazı’nı yaratışını anlatmak için söylediği bu cümle, benim de Düşüş’ü yazış halimi anlatıyor. Lynch gibi ben de hikayenin nereye gittiği hakkında en ufak bir fikir veya öngörüye sahip olmadan bir bilinçaltı boşalması gibi yazdım Düşüş’ü. Romanda hissedilmesi gereken bir hissiyat olan Amerikan Rüyası veya Kabusu’na, hem film hem mekan olarak Mulholland Çıkmazı’na yaptığım göndermelerle işaret ediliyordu. Romanda sıkça tekrarlanan, ancak yabancı mekanlarda hissedilen, geçmişten ve gelecekten bağımsız bir özgürlük hissiyatı olarak anlattığım şey ise, David Lynch’in her türlü kontrol ve otoriteye karşı hissettiği tiksintiyle derinden bağı olan bir hissiyat. Öte yandan, romanın ana karakteri olan ve her gerçek entellektüel gibi özünde yalnız ve arayış içinde olan Ali karakterinin toplumcu bir anarşizm arzusunun, yerini, büyük zorlamalar ya da kendince kırılmalarla bireysel özgürlüğe bırakması da, Rüyanın Ölümü olarak düşülebilir. Fakat bu hissiyata ve Rüyanın Ölümü’ne özgürlüğü tamamlayıcı olarak köksüzlük ihtiyacının ve belki sıradışı bir yalnızlık arzusunun da eklendiği söylenmeli. Romanda daha derin olan özgürlük hissiyatını, seks, bilinçaltı, sınıf ve kapitalizm eleştirisiyle bağlayan başka bir referans ise gelmiş geçmiş en büyük ve ilgi çekici sanatçılardan Stanley Kubrick’in kült filmi Eyes Wide Shut (Gözleri Tamamen Kapalı). Bu tabii ki başka bir yazı konusu.